Fotoğraflarla6-7 Eylül olayları. 6 Eylül 1955 günü saat 13.00'te devlet radyosu Selanik'te bir bomba patladığı haberini verdi. İstanbul Ekspres gazetesi akşam baskısına haberin İzmirde 6-7 Eylül 1955’ten 4-5 ay önce Konak ve Cumhuriyet Meydanlarında Kıbrıs mitingleri olmuştu. Ben bu mitinglere de katılmıştım. Bir daha 6-7 Eylül olayları olmaması için bunları aynen anlattım. Benim hayatımı Suzanve Yorgo’nun aşkı kadar büyükse, evet! Balcıgil romanına “Söyledim ve ruhumu kurtardım!” diye başlıyor. Çünkü, hepinizin merak ettiği önemli nedenleri var. EN HÜZÜNLÜ EYLÜL büyük bir aşkın olduğu kadar, büyük bir hesaplaşmanın da romanı. Yazarın Yayınevimizden Çıkan Diğer Kitapları: 9786053110842 67 Eylül Olayları 06 Eylül 2019; 1779; 20; Yahudi hem kazıklar hem de kazıklandım diye bağırır. Ermeni tehcirini kim ne sebeple yaptı ise; 6-7 Eylül olayını da aynı gerekçe ile ve aynı grup tarafından yapıldığı aşikar.Yalnız burada bu kez hedef Rum azınlık. Önce tehciri ele aldıktan sonra onun bağlamında 6-7 Hükümetinbaşlattığı çözüm sürecine destek açıklaması yapan Avukat Gürsel Ekmen Miroğlu, örgütün silah bırakma kararı alması durumunda Kürtler'in Newroz'da çifte bayram yapacağını söyledi. İzmirÇıkışlı Karadeniz ve Yaylalar Turu / 5 Gece Otel Konaklaması ( Perşembe Yaylası ve Kuzalan Şelalesi Dahil ) 5 Gece Otel Konaklaması Kültür Turları Bilgi, Rezervasyon ve Fiyatları için sayfamızı ziyaret edin. Yalnız Kimlikle Geçişler 1 Eylül 2019 Tarihinden İtibaren Sadece Yeni Çipli Kimlikle Gerçekleşmektedir 81EOvSu. Dr. Cüneyt AKALIN TÜMÖD İstanbul Şube Başkanı, Talat Paşa Komitesi Sözcüsü, İP USMER Yöneticisi TEORİ DERGİSİ NİSAN 2009 – SAYI 231 6–7 Eylül Olayları Cumhuriyet tarihinin kırılma noktalarından biridir. Bunda en ufak bir kuşku yok. Öte yandan, Türk milleti ve Cumhuriyet, büyük bir saldırı altındadır. Bugün Cumhuriyet’ten ayakta kalan çok az şey bırakılmış durumdadır. Saldırı, yoğunluğunu artarak sürdürmektedir ve en önemlisi çok yönlüdür. Bu saldırının cephelerinden biri de, Cumhuriyet’in tarihine, köklerine yönelik ideolojik kültürel cephedeki saldırıdır. Bu konuda en temel silah, çarpıtmalar, gerçekleri ters yüz etmeler, pervasız yalanlardır. Geçtiğimiz ay, sinema filmleri, TV belgeselleri, makaleleri, kitapları ile 6–7 Eylül tartışmaları da işte böyle bir ortamda ve böyle bir saldırının aracı olarak bir kere daha karşımıza çıkarıldı. “Tarihimizle yüzleşelim” naraları altında, “tarihimizle yüzleşme” değil, tarihimizde devrimci olan ne varsa, silme, karalama, ayaklara altına alma kötü, utanç verici olan ne varsa onu da devrimciliğin hanesine yazma operasyonu yürütülmektedir. “Yüzleşmeci”lerin amacı gerçekleri ortaya çıkartmak değil, kendilerine göre bir tarih yazarak devrimci milliyetçilik başta olmak üzere, Türkiye’nin tarihindeki devrimci olan her şeyi hedef tahtasına koymaktır. Günümüzde karşı-devrim cephesinden 6–7 Eylül Olayları ilgili olarak başlatılan ve tamamen yalanlar üzerine kurulu romanlar, filmler, TV dizileri vb aracılığıyla yürütülen kampanyayı böyle anlamak gerekir. 6–7 Eylül’de neler oldu? 6–7 Eylül Olayları, 1955 yılının Eylül ayında Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atılmasını sözde protesto etmek adına İstanbul’da, Ankara’da ve öteki bazı kentlerde gayrimüslim yurttaşların evlerine, işyerlerine saldırılması, öldürme, yaralama, yağma ve talan eylemleridir. Yaşanan “Kıbrıs gerginliği”ni öne süren kışkırtılmış saldırganlar, özellikle Rum yurttaşları hedef alan tertiplere giriştiler. Sıkıyönetimin ilan edilmesi ve sert önlemlere başvurulması ile önüne geçilen olaylarda 3584’ü Rum yurttaşlarımıza ait olmak üzere 5538 taşınmaz, 73 kilise, 1 havra, 8 ayazma, 2 manastır tahrip edildi, 3 kişi yaşamını yitirdi, 30 kişi yaralandı. Olaylar nedeniyle çok sayıda kişi gözaltına alındı, yargılandı. Bu saldırıdan sonra gayrimüslim ve özellikle Rum yurttaşlar arasında ciddi bir korku ve tedirginlik baş gösterdi, İstanbullu Rumların Yunanistan’a göçü hızlandı. Gayrimüslim yurttaşlarımız arasında dışlanmışlık duyguları arttı. Cumhuriyet’in kabuk bağlamaya terk ettiği mütareke ve işgal yıllarının açtığı yaralar kaşınarak bir kez daha açık yaralara dönüştürüldü. 6–7 Eylül Olayları’nın içerdeki bilançosu kadar dışarıdaki sonuçları da ağır oldu. Türkiye ile Yunanistan arasındaki Atatürk’le Venizelos’un nice emek vererek yeşerttiği dostluk sarsıldı, iki ülke ilişkileri gerginleşti. Aslında bu bile, görmek isteyene, olayların kaynağını işaret eden bir ipucudur. Ne var ki, mandacı, neoliberal, Batı merkezli zihniyet, günümüzde Cumhuriyet tarihinin her önemli olayında olduğu gibi, 6 Eylül akşamı İstanbul’da 7 Eylül’de ise İzmir’de yaşanan olaylar konusunda da gerçekleri ters yüz ediyor. 6–7 Eylül tertibinin faturasını devrimci Cumhuriyet’e, Atatürk siyasetlerine fatura ediyor. 6–7 Eylül olaylarının Kıbrıs sorunu ile bağı 6–7 Eylül Olayları, Türkiye’de 1953’te, NATO’ya giriş sonrasında örgütlenen Kontrgerilla tarafından, Kıbrıs sorunu bahane edilerek sahneye kondu. 1950’lerin başında Kıbrıs hala İngiliz sömürge yönetimi altındaydı. Adada, I. Dünya Savaşı sonrası yıllardan beri süregelen İngiltere’den bağımsızlık mücadelesi 1950’lerin başında çok ciddi bir güç haline gelmişti. Rum ve Türk iki halkın da katıldığı bu mücadelede, Rumların belirleyici bir konumları vardı. Rumlar hem ada nüfusu içinde, hem de bağımsızlık mücadelesinde çoğunluğu oluşturuyorlardı. Daha da önemlisi, Rum bağımsızlık hareketinin içindeki güçlü bir kanat, adanın Yunanistan’a ilhakını savunuyordu. Ada nüfusunun bu karışık bileşimi ve bağımsızlık hareketi içindeki Enosisçi kanat, İngiliz sömürgeciliğinin iki halk arasındaki ilişkilere uğursuz bir şekilde burnunu sokmasının zeminini oluşturuyordu. 1950’lerin başında adadaki iki halk arasındaki ilişkiler, İngiliz sömürgeciliğinin böl-yönet planları ve Enosisçilerin Kıbrıs Türklerine yönelik baskı ve adadan kaçırma siyasetleri sonucu, çok olumsuz zeminlere kaymış, sorunlu hale gelmişti. Türkiye, adadaki Türklerin varlığına ve özgürce yaşama haklarına dönük saldırılar nedeniyle ve kamuoyunun da baskısıyla, 1950’lerde Kıbrıs sorunu ile ilgilenmek durumu ile karşı karşıya kaldı. Türkiye’de bu konuda o yıllarda hâkim olan anlayış, uzlaşma idi. Hatta öyle ki, 1950’lerin ilk yıllarında dönemin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü , “Türkiye’nin Kıbrıs diye bir sorunu yoktur” demişti. Türkiye Kıbrıs sorununa, bir yandan ada Türkleri üzerinde yoğunlaşan baskılar, diğer yandan da İngiltere’nin itmesiyle dahil oldu. İngiltere, adadaki bağımsızlıkçı ve antiemperyalist hareketi bölmek ve boğmak üzere, bir yandan Enonisçileri ve Yunanistan hükümetini kullanıyor; diğer yandan da Türkiye’yi, başındaki Batıcı-Amerikancı hükümeti kullanarak, İngiltere lehine sorunun içine çekmek istiyordu. İlginçtir, Kıbrıs’ın Türkiye ile Yunanistan arasında “taksimi” tezi, Türkiye’de ilk kez, 1955 yazında o yılların ünlü Batıcı-Amerikancı düşünce dergisi Forum tarafından dile getirildi. Benzer durumlar Yunanistan tarafında da yaşandı. 1954’e kadar Türkiye ile ilişkilere önem veren Yunan hükümetleri, bu tarihten itibaren birden tavır değiştirdi. Apoyevmatini gazetesi 16 Aralık 1954’te, “Artık Kıbrıslılar silahlı mücadeleyi düşünmeli” diye yazarken, Kıbrıs bağımsızlık hareketi içinde önemli bir ağırlığa sahip Kıbrıslı komünistler, “Silahlı mücadele emperyalistlerin provokasyonudur” diye sağcılara karşı Kıbrıs Rum örgütü EOKA 1 Nisan 1955’de silahlı eylemleri başlatacağını duyurdu. Buna karşılık İngilizler, aynı yıl içinde sayılarını hızla artırdıkları polisleri özellikle Kıbrıs Türklerinin arasından seçmeye, Kıbrıs Türklerini bağımsızlık hareketine karşı bir polis gücü haline getirmeye özel bir önem veriyordu. İngiltere 1950’lerin başından beri Kıbrıs’ta Türk-Yunan gerginliğinin pususuna yatmıştı. Bir araştırmacı 19 Ağustos 1954 tarihli Atina kaynaklı büyükelçilik raporunda İngiliz Büyükelçisinin Londra’ya, “Türk-Yunan dostluğu çok kırılgandı. Atatürk’ün doğduğu Selanik’teki evin duvarına tebeşirle slogan yazmak bile bir kargaşanın çıkmasına yeter” dediğini Nitekim, gazeteci Soner Yalçın’ın da hatırlattığı gibi, “6–7 Eylül Olayları Selanik’te Atatürk’ün evine sözde’ bomba atılması ile başlamamış mıydı?”3 Kıbrıs’ın Londra’da aranan geleceği İngiltere, Kıbrıs’taki varlığını korumak için çareler ararken 1955’in Ağustos ayının sonunda Türk, Yunan ve İngiliz Dışişleri Bakanlarını Londra’ da bir konferansa çağırdı. Konferansın konusu “özgür dünyanın komünizm tehlikesini önleme çabaları açısından Kıbrıs Sorununun Çözümü” idi. İngiltere’nin Türk ve Rum toplumları arasındaki çatışmaları derinleştirerek gücünü korumayı amaçladığı, günümüzde açıklanan diplomatik belgelerle ortaya çıkıyor. Londra bu süreçte daha örgütlü, daha dirençli olan Rum tarafına karşı Türkleri kullanmak amacıyla Türk tarafına eğilimli gözükmeye özen gösterdi. Türk tarafı ise, bu “fırsatı” güya değerlendirme çabası içine girdi. Dışişleri Bakanı Fatih Rüştü Zorlu görüşmelerde Türk tarafının elini güçlendireceği varsayımıyla, değişik çevrelerin, kamuoyu baskısı olarak yorumlanacak gösteriler örgütlemesini dile getirdi. Londra’da Ağustos sonunda yapılan beş-altı bin Kıbrıslı Türkün gösterisi olaysız bitti. Aynı günlerde Türkiye ile Yunanistan’da hava birden gerginleşti. Yunan siyasetçiler Londra’daki oyunu çözmeye çalışıyorlardı. Dışişleri Bakanı Stefanopulos Türk Büyükelçisi Suat Hayri Ürgüplü’ye, Kıbrıs’taki Türk azınlığın hakları konusunda uzlaşmaya hazır olduklarını söyledi. Yunanistan Türkiye ile diyalog arıyordu. Selanik’te atılan bombanın İstanbul’da patlaması Türkiye’nin Batıcı yöneticileri ve egemenleri ise, bu konuda komşu ile uzlaşma aramak yerine İngiltere’nin “iğvasına uyarak” gerginlik ve çatışma siyasetini izliyordu. Menderes Ağustos sonunda kışkırtıcı açıklamalar yaparak gerginliği artırdı. Bazı gençlere kurdurulan ve devletçe desteklenen “Kıbrıs Türktür” derneğinin yöneticilerini kabul etti, onlara destek sözü verdi. Basın da kışkırtıcı haberlerle ortamı hazırlıyordu. Böylesi bir ortamda, 6 Eylül günü öğle saatlerinde İstanbul’a, Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığı haberi ulaştırıldı. Gerçekte “bomba” Selanik’te değil, İstanbul, Ankara, İzmir gibi Türkiye’nin büyük şehirlerinde patlatılmıştı. Patlatılan “bomba”, Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığı haberiydi. Ortam, bu haberle ve haberin aşağıda belirteceğimiz veriliş şekliyle birlikte, bir anda barut fıçısına dönüştürülmüştü. Demokrat Parti Milletvekili ve MAH* mensubu Mithat Perin’in sahibi olduğu İstanbul Ekspres gazetesi haberi, bütün kışkırtıcılık yeteneğini kullanarak vermişti. Gazetenin MAH mensubu yazıişleri sorumlusu Gökşin Sipahioğlu, bu kışkırtıcı haberi olabildiğince yaymak için aynı gün gazeteyi ikinci kez basıp Gazete ve haberinin İstanbul’da yayılması ile birlikte, 6 Eylül öğleden sonra, önceden hazırlanmış saldırgan sokak güçleri “Kıbrıs Türktür” gibi sloganlar atarak harekete geçti. Kenar semtlerden merkeze taşınan binlerce insanın katılımıyla bir yağma, talan ve kınp dökme hareketi başlatıldı. Saldırılar, Rum ve diğer gayrimüslim yurttaşların yoğun olarak yaşadığı semtlerdeki evlere, işyerlerine, mağazalara yönelikti. Beyoğlu İstiklal Caddesi, Nişantaşı ve Şişli, Eminönü ve Karaköy, Adalar, saldırıların yoğun olarak yaşandığı semtlerdi. Polis göstericilere müdahale etmiyordu. Vali saldırganlara, “Kâfi miktarda deşarj olacaksınız” diye talimat vermişti. Londra görüşmeleri için kamuoyu baskısı yaratma “gösterilerinin” başlıca sloganları “Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır” ,”Ya taksim, ya ölüm” ve “Mehmetçik Kızıla vur” idi. Bayar ve Menderes’in suçluluk telaşı “Olaylar komünistlerin işidir” Cumhurbaşkanı Bayar ve Başbakan Menderes o gün İstanbul’daydılar ve akşam Ankara’ya gitmek üzere Kabataş’tan Haydarpaşa’ya geçerken olayların bir bölümüne tanık oldular. Ancak onların geçtiği sırada olaylar henüz “çığırından çıkmamış”tı. İlerleyen saatlerde olayların hızla büyümesi, hükümet yetkililerinin kendi aralarında yaptıkları değerlendirmenin ifadesiyle, “kontrolden çıkması” üzerine Sapanca’dan geri döndüler. Hükümet, o gece sabaha karşı sıkıyönetim ilan etti. 6 Eylül gecesi sabaha kadar süren yağma ve talan ertesi gün İzmir’e sıçradı. Fuar’daki Yunan pavyonu ve Yunan Konsolosluğu ateşe verildi. 6–7 Eylül günleri Ankara, Eskişehir, Adana kentlerinde de “Kıbrıs gösterileri” düzenlendi, ancak buralarda gayrimüslim nüfusun fazla olmaması ve bu kentlere güvenlik önlemleri konusunda bilinçli bir gevşeklik talimatı verilmediği için olaylar büyümedi. 7 Eylül günü öğleden sonra, yapılan tahribatı yerinde görmek üzere İstiklal Caddesi’ne çıkan DP yöneticileri korkunç bir manzaraya tanık oldular. Menderes ve Bayar, yağmalanmış İstiklal Caddesi’ni gezerken hem üzüntülerini hem de utançlarını kara gözlüklerle gizlemeye çalışıyorlardı. Tünelden Taksim’e doğru kırılıp dökülmüş eşyalara basa basa yürümeye çalışan Bayar Menderes’e dönüp, “Galiba ölçüyü kaçırdık” diye mırıldanıyordu. Tertip, koca kentin merkezini enkaz yığınına çevirmişti. “Olayları mahallinde tetkik” turundan Valiliğe geçen Başbakan Menderes, tertipte ölçüyü kaçırmış olmanın suçluluk telaşı ve gayrimüslimlere sahip çıkmaya kalkışacak Batı merkezlerini yatıştırmak üzere, olayların suçlusunun komünistler olduğunu ilan etti. Dünya âlemin gözünün içine baka baka, “Komünistlerin İstanbul’un altını üstüne getirdiğini” söyledi. Ancak güneş balçıkla sıvanamıyordu. O sırada Uluslararası Para Fonu IMF toplantısı için İstanbul’da bulunan Fransız Bakan Mendes France, “Qui brise est Turc” Türkçe okunuşu Ki briz e Türk “Kırıp döken Türktür” diye homurdanarak, Adnan Menderes’in klasik Soğuk Savaş açıklamasını yutmadığını belirtti. Dikkat çekici bir başka konuk ise, CIA Başkanı Allan Dulles’dı. CIA Başkanı, olaylar hakkında hiçbir yapmayarak anlamlı bir suskunluk gösterdi. Türk hükümeti saldırıya uğrayan yurttaşlardan özür diledi. Maddi zararı tümüyle tazmin edileceğini açıkladı, ama sonradan bu sözünü de yarım yerine getirdi. Ama daha da önemlisi, kalpler kırılmış, gönüller yara almıştı. Sahnelenen tertiple, Türk halkının ulusal onuruna leke sürülmüştü. Kalplerdeki, gönüllerdeki yıkımın ve ulusal onurumuza indirilen ağır darbenin derin izleri, hem de istismara açık olarak yıllarca silinmeyecekti. 6–7 Eylül Olayları, özellikle İstanbullu Rumlar ve öteki gayrimüslim yurttaşlar arasında, yıllarca sürecek bir korku ve endişe yarattı. Yunanistan’a büyük bir göç dalgası yaşandı. 6–7 Olaylarından sonra yaşanan büyük şok, Atina’dan gelen mesajların kamuoyunca doğru algılanmasını da engelledi. Atina Radyosu, 10 Eylül 1955’de şu yorumu yapmıştı “Türk-Yunan dostluğunu zedeleyen İstanbul ve İzmir’deki olaylar, İngiliz diplomasisinin planladığı ve başarmaya çalıştığı bir provokasyondur”5 Tertibin sorumluları 6–7 Olayları’nın sorumluları kimlerdir? Bunun araştırılmasına olaylardan hemen sonra başlanmış ve tertipçilerin kimler, hangi güçler olduğu, 27 Mayıs’tan sonra ve özellikle 1960’lı yılların devrimci yükselişi içinde aydınlatılmıştı. Şimdi kısaca bu çabaları özetleyelim. Cumhurbaşkanı Celal Bayar Meclis’i olayların hemen ardından 12 Eylül günü olağanüstü toplantıya çağırdı. Meclis’teki genel görüşmeden önce Demokrat Parti grubunda sert tartışmalar yaşandı. Bazı Demokrat Parti Milletvekilleri olaylardan İçişleri Bakanı Namık Gedik’i sorumlu tutuyorlar, Başbakan Menderes’ten soruşturma açtırmasını istiyorlardı. Demokrat Parti içindeki muhalifler de F. L. Karaosmanoğlu, Turan Güneş vb bu konuda ısrarcıydı. Eski Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü’nün Meclis’teki görüşmeler sırasında “Olayların çıkacağından haberimiz vardı, ama tam ne zaman patlak vereceğini bilemiyorduk” sözleri ortalığı iyice karıştırdı. Ancak Menderes İçişleri Bakanını feda etmedi. Meclis’teki genel görüşme sırasında muhalefet lideri İnönü DP yönetimini suçladı, olayların üzerine gidilmesini istedi, “Hakikatler ne kadar acı, hatta ne kadar utandırıcı olsa bile olduğu gibi gösterilmesi büyük milletimize karşı temize çıkmanın tek çaresidir” Konu, Meclis’teki bu görüşmelerle kapatılmaya çalışıldı. Olaylardan sonra, Menderes ve Fatih Rüştü Zorlu’nun gerçeği saptırmak üzere başvurdukları Soğuk Savaş taktiği ile hedef gösterdikleri, aralarında Aziz Nesin’in, Hasan İzzettin Dinamo’nun, Kemal Tahir’in de bulunduğu sosyalist aydınlar tertipteki “komünist parmağı”nın hesabını vermek üzere tutuklandılar. Tüm saptırmalara karşın 6–7 Eylül’den sonra kamuoyuna hâkim olan kam, bunun bir DP tertibi olduğu şeklindeydi. Nitekim 27 Mayıs’ın el attığı konuların başında gelenlerden biri de 6–7 Eylül Olayları oldu. 6–7 Eylül Duruşmaları Yassıada yargılamalarının en önemlilerindendir. 27 Mayıs 6–7 Eylül sorumlularını yargılarken, neoliberal Kontrgerilla tarihçiliği gerçek tertipçileri gizliyor Bugün “tarihimizle yüzleşelim” diye gürültü koparanların çoğu, 6–7 Eylül Olayları dosyasının 27 Mayıs’ın hemen ardından açıldığını, 6–7 Eylül Olayları sorumlularının Yassıada’da yargılandığını görmezlikten geliyor, küllemeye çalışıyorlar. Bunlara göre, tam tersine, 6–7 Eylül’ün sorumluları 27 Mayıs’ın da içinde yer aldığı Kemalist güçlerdir, gerçek tertipçiler olan DP yöneticileri ve onların zamanında kurulmuş Kontrgerilla bu tertibin kurbanlarıdırlar. Gerçeğin bu kadar saptırılması ve tersine çevrilmesi, bugün Batıcı neoliberâl tarihçiliğin bir Kontrgerilla tarihçiliğine dönüşmüş olduğunu göstermektedir. 6–7 Eylül Olayları Davası 19 Ekim l960 günü Yüksek Adalet Divanı önünde başladı. Önce Yüksek Soruşturma Kurulunun raporu okundu. Ardından sanıkların sorgusuna geçildi. Cumhurbaşkanı Bayar, Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatih Rüştü Zorlu, eski Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay, İstanbul Emniyet Müdürü Alaatin Eriş, İzmir Valisi Kemal Hadımlı, Selanik’te bombayı attığı iddia edilen kişiler vd sorgulandı. Onlarca tanığın bilgisine başvuruldu Tanıkların büyük çoğunluğu olayın bir tertip olduğunu, hükümetin Kıbrıs olayları konusunda dışarıyı bir mesaj vermek için bu tertibi düzenlediğini ancak ölçünün kaçırıldığını belirttiler. Bu tanıkların arasında, birçok siyasetçinin yanı sıra o zamanki sıkıyönetimde görev yapmış komutanlar, polis şefleri, savcılar ve gazeteciler yer aldı. Dinlenen toplam tanık sayısı 76’dır. Tanıkların en önemlilerinden Fener Rum Kilisesi Patriği idi. Patrik Athenagoras olaylardan sonra Patrikhane adına Menderes’e gönderdiği mektupta olayların tertip olduğunu, Rum cemaatinin hedef alındığını sert bir üslupla belirtmişti. Ancak, Athenagoras Mahkeme önünde aynı tutumu sergilemedi. Mahkeme başkanı Salim Başol Saint Simon Meclisi toplantısının ardından kaleme alınan mektubu okuttu. 6–7 Eylül’de yaşanan dehşet verici olayların anlatıldığı mektup şöyle sona eriyordu “Ölülerin kemikleri mezarlardan çıkarılarak etrafa saçılmış, ateşe verilmiş, her tarafta ruhaniler aranmış bulunanlara işkence edilmiş, hatta bir tanesinin canına kıyılmıştır.” Salim Başol’un ısrarla sorduğu “’Muayyen bir plan ve program uyarınca teşkilatlandırılmış, sevk-idare edilmiş halk kitleleri’ diyorsunuz, bu tertip demek değil midir?” sorusuna Athenagoras tekrar tekrar duymazlıktan geldi ve Çünkü Athenagoras da biliyordu ki, tertipçilerin görünürdeki başı DP yöneticilerinden başlayan ipin ucu bir kere yakalanırsa, kökü NATO yavrusu Kontrgerilla’ya kadar gidebilir ve sonuçta bu yavrudan da Athenagoras’ın kendinin de içinde olduğu esas örgütün izine ulaşılabilirdi. İz sürülmesini bir noktada kesmek gerekirdi ve Athenagoras da cemaatini örgütüne feda etti. Bir başka önemli tanık, eski Dış İşleri Bakanı Fuat Köprülü’ydü. Köprülü, 27 Mayıs’tan birkaç gün sonra 5 Haziran 1960’da Yeni Sabah gazetesine verdiği demeçte, olayların tümüyle “hükümetin tertibi olduğunu” ifade etmişti. Mahkemede ifadesini yumuşatmaya çalışınca, mahkeme başkanı Başol elindeki gazeteyi Köprülü’ye gösterdi. Köprülü tertibin sorumlusunun Menderes hükümeti olduğunu mahkeme önünde 6–7 Eylül Duruşmasında olayın tertip olduğu apaçık ortaya çıktı. Mahkemenin ya da 27 Mayısçıların zaafı, Selanik tertibini gerçekleştirenler dâhil, Mithat Perinlerin ve Mendereslerin de tertip sipariş ettiği aralarındaki gizli NATO gücüne yönelememesi idi. Mahkeme 5 Ocak 1961 tarihli kararıyla Menderes, Zorlu ve İzmir Valisi Kemal Hadımlı’yı suçlu buldu, 6–7 Eylül tertibinin Menderes-Zorlu ikilisinin marifeti olduğuna karar verdi. Bayar’ın dosyasını ayırdı, İzmir Valisi Hadımlı’yı yeterli önlem almadığı yönünden kusurlu buldu, öteki sanıkları beraat ettirdi. 6–7 Eylül Olayları’nda Kontrgerilla 6–7 Eylül Olaylarından sonra Menderes ve Zorlu’nun işareti üzerine apar topar gözaltına alınanlardan biri de “sicilli” solculardan Dr. Hulusi Dosdoğru’dur. Dosdoğrumun ilk basımı 1993’de yapılan 6–7 Eylül Olayları adlı kitabı, konu ile ilgili en kapsayıcı yayındır. Günümüzün Batı “demokrasisi” hayranı neoliberal gazeteci-araştırmacı-akademisyen takımının Batıyı ve Batının içerdeki siyasi, askeri, akademik, ideolojik vd uzantılarını aklama uğruna küllemeye, saptırmaya çalıştığı gerçekler, bu kitapta bütün çıplaklığı ile yer almaktadır. Mendereslerin işareti ile suçsuz tutuklanıp aylar süren tutukluluk halinden sonra yargılanan ve aklanan Dr. Dosdoğru kitabına, “6–7 Eylül 1955’in Karası Topluma Sürülemez” diye başlıyor. Dosdoğru kitabında, gazeteci Fatih Güllapoğlu’nun Tanksız Topsuz Harekât adlı kitabında geçmişte Özel Harp Dairesi başkanlığı yapmış olan Em. Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu ile yaptığı görüşmeyi aktarıyor. Yirmibeşoğlu 6–7 Eylül olayları hakkında gazeteci Fatih Güllapoğlu’na, “6–7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenme idi, amacına da ulaştı” demiştir. Şaşıran gazetecinin ısrarlı soruları üzerine de eklemiştir “Özel Harp Dairesi’nin sivil kanadı diye tutturmuşlar. Yahu… bunların hepsi güvenilir Sabri Yirmibeşoğlu son zamanlarda, Ergenekon tartışmaları dolayısıyla gazetelere verdiği demeçte, bu görüşlerini inkâr etti. Ancak Güllapoğlu’nun yazdıkları konusunda yıllar yılı sessiz kalması, kuşkuları dağıtmaya yetmedi. Yirmibeşoğlu aynı görüşmede, “Özel Harp Dairesi, Özel Harekât Dairesi, Kontrgerilla, NATO’daki öteki Avrupa ülkelerindeki adı Gladyo, 1952’den beri ABD’nin Ankara’daki Askeri Yardım Kurulu binasında gizli olarak kurulmuş ve 1974’e kadar tam 22 yıl TBMM ve hükümetlerinin ve kamuoyunun bilgisi dışında faaliyetlerini sürdürmüştür” açıklamasını Aslında 6–7 Eylül’den sonra yaşananlar, solcuların tutuklanmaları Menderes hükümetinin sorumluluğu komünistlerin üzerine yıkmaya çalışması da önemli ipuçlarıdır. Sıkıyönetimle birlikte Kadıköy’deki Askeri Mahkemeye yargıç atanan Fahri Çöker’in* Yassıada’da dönemin Sıkıyönetim Komutanı General Nurettin Aknoz hakkında anlattıkları da bu konuda önemli bir kanıttır. Yüksek Adalet Divanı Başkanı Salim Başol’un, “Örfi İdare Sıkıyönetim Komutanı bu işleri komünistler yaptı diye bir telkinde bulunuyormuş, doğru mu?” sorusuna Çöker şu yanıtı vermiştir “General Aknoz bizi muayyen günlerde toplar, hadiseleri görüşürdü. Bu görüşmelerde bunların komünistler tarafından yapıldığını tespit etmemizi söylerdi. Ankara’dan geldiğinde meydanlarda salkım salkım insanların asıldığını görmek istediğini söylerdi.”11 Nurettin Aknoz, Menderes Hükümetinin atadığı Sıkıyönetim Komutanı idi. Dr. Dosdoğru kitabında Yassıada yargılamalarında ortaya dökülen gerçeklerin üzerine yeteri kadar gidilememesinden yakınırken haklıdır. 6–7 Eylül olaylarındaki tertip bozulamadığı için, Gladyo 1960’lardan 2000’lere Kanlı Pazar’ı, 12 Mart sabotajlarını, Maraş Katliamını, 12 Eylül’e giden günlerdeki kör terörü, Sivas kırımını ve en yakın tarihte Ergenekon tertibini organize edebilmiştir. Bu durum olayın başka bir boyutudur. Ama gerçek olan şudur ki, Türkiye’nin Batı ve NATO macerasına atılmasından bu yana, ülkemizdeki bütün tertiplerin ve karanlık siyasi olayların faili ABD ve NATO uzantısı Gladyo kuvvetleridir. Mağdurları ve kurbanları ise, sosyalistler, Kemalistler ve Kemalist Cumhuriyet olmuştur. Güz Sancısı gibi filmlerle, sözde tarih araştırmalar ile, romanlarla 6-7 Eylül’ün sorumluluğunu Kemalist Devrim’in, devrimci Cumhuriyet’in, Atatürk milliyetçiliğinin üzerine yıkmaya çalışan azınlık tarihçileri de gerçekte Gladyo tarihçileridirler. Kaynakça 1Cüneyt Arcayürek, Yeni Demokrasi Yeni Arayışlar 1960-1969, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1984. 2Dr. Hulusi Dosdoğru, 6–7 Eylül Olayları, İstanbul, Bağlam Yayınları, 1993. 3Dilek Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6–7 Eylül Olayları, İstanbul, İletişim Yayınları. 4Metin Toker, İsmet Paşayla 10 Yıl, Ankara, Akis Yayınları, 1967. 5Doğu Perinçek, Gladyo ve Ergenekon, İstanbul, Kaynak Yayınları, Kasım 2008. 6Soner Yalçın, Hürriyet, 8 Şubat 2009. 7Orhan Erkanlı, Anılar… Sorunlar… Sorumlular, 2. Baskı, İstanbul, Baha Matbaası, 1972. 8Yüksek Adalet Divanı Kararları, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2006. 1 Soner Yalçın, Hürriyet, 8 Şubat 2009 2 Aktaran Dilek Güven, 6–7 Eylül Olayları, İstanbul, İletişim Yayınları, s. 202. 3 Soner Yalçın, Hürriyet, 8 Şubat 2009 * MİT’in o dönemdeki adı “Milli Amale Hizmet Teşkilatı” adından MAH 4 Gökşin Sipahioğlu olayları MAH’ın örgütlediğini, Aktüel dergisinin 3 Eylül 1992 günkü sayısında açıkladı G. Sipahioğlu 1970 yıllarda Paris’te kendine ait ünlü Sipa-Press fotoğraf ajansını kurdu ve halen Paris’te bu ajansını yönetmektedir. 5 Aktaran Dilek Güven, 6–7 Eylül Olayları, s. 201. 6 Muhalefette İnönü, Konuşmalar, Ankara, Akis Yayınları, 1963, s. 335. 7 Dr. Hulusi Dosdoğru, 6–7 Eylül Olayları, İstanbul, Bağlam Yayınları, 1993, s. 190. 8 Dr. H. Dosdoğru, age, s. 363. * Sonraki yıllarda Cumhurbaşkanı Korutürk’ün hukuk müşavirliğini yaptı. 9 Fatih Güllapoğlu, Tanksız Topsuz Harekât, İstanbul, Tekin Yayınları, 1993. 10 Güllapoğlu, age; Dr. H. Dosdoğru, age, s. 377 11 Dr. age, s. 170. GİRİŞ Bu çalışma, 1964 yılında vuku bulan Rum sürgününü öncesi ve sonrasıyla anlamak ve günümüze kadar etkilerini sürdüren bu hadisenin Türk kamuoyuna ve Türk medyasına yansımalarını incelemek amacıyla kaleme alınmıştır. Çalışmada 1964 Sürgününe ve etkilerine odaklanılmıştır. Akşam, Milliyet ve Cumhuriyet gibi dönemin önde gelen gazetelerinin kamuoyuna sunduğu haberler incelenmiş ve olay örgüsünün içinde okuyucuya sunulmuştur. İmroz örneğinin günümüz Türkiye’sinde Rum kimliğinin algılanmasına önemli etkilerinin bulunduğu öngörülmektedir. Çalışmadaki temel hedef bu algının izlerini İmroz’da, İstanbul’da ve çoğunlukla Rumların yaşadığı yerlerde aramak ve olayların oluşumuna medya etkisini incelemektir. Lozan Antlaşması Sonrası Türkiye Rumları ve İmroz Örneği Bilindiği gibi Lozan Antlaşması Kurtuluş Savaşı’nda kazanılan zafer sonrası 24 Temmuz 1923 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle Birleşik Krallık, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika ve Yugoslavya temsilcileri tarafından İsviçre’nin Lozan kentinde imzalanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu antlaşmalarından biri olan Lozan Antlaşması’nda Türk-Yunan sınırı, Irak sınırı, İran sınırı, kapitülasyonlar, boğazlar, yabancı okulları gibi konuların yanında adalar ve azınlıklar konularında da çeşitli kararlar alınmıştır. Bu nedenle Lozan Antlaşması İmroz Rumlarının kaderini belirleyen antlaşma olarak tarihe geçmiştir. Lozan Antlaşması’nın Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde onaylanmasından sonra Yunan birlikleri adayı tamamen boşalttılar ve idarenin Türkiye’ye geçmesini sağladılar.[1] Lozan Antlaşması’nda İmroz ve Bozcaada Rumları tıpkı İstanbul Rumları gibi antlaşmanın dışında tutulmuşlardı bu duruma yarı özerklik demek yanlış bir tabir olmayacaktır. Adanın Türk hâkimiyetine geçmesinin ardından burada bulunan Rumların bir kısmı Yunanistan’a kendi isteğiyle göç etmişti. Kalan Rumlar ise adada özel bir statüye sahip olacak , dinlerine ve dillerine müdahale edilmeyecekti. Ada halkı genel olarak tarım ve hayvancılıkla uğraşmaktaydı. Ulaşımın diğer bölgelere nispeten zor olduğu adada halk kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecek her türlü faaliyetle ilgilenmekteydi. Bunun dışında cumhuriyetin ilk yıllarında bölgedeki etnik yapıyla ilgili ufak tefek sorunlar dışında bir çatışma ya da büyük çaplı bir anlaşmazlık yaşanmadı. Genel itibariyle Türk ve Rumlardan oluşan ada halkı sakin bir yaşam sürmeye alışmışlardı. Bu durumu Mesut Çapa “Lozan Antlaşması’ndan Sonra 1923-1928 İmroz Gökçeada ve Bozcaada’da Türk Egemenliğinin Yeniden Kurulması Adalar Hakkında Bir Rapor” adlı makalesinde şöyle anlatmaktadır “Tarlasında bir amele kılığında olan her köylü evine avdet eder etmez döner-dönmez bir şehirli zihniyet ve zevkiyle yaşamayı gayet güzel öğrenmiştir. Bu itibarla İmroz’da gündüzleri köy ve geceleri şehir hayatı vardır. Halk umumiyetle intizam ve sükûnperverdir. Sarhoşluk pek az, kumar yok, fuhuş gizli ve azdır. Hırsızlık yok denecek nispette ehemmiyetsizdir. Şekavet yoktur. Terbiye-i iktisadiye mertebe-i ikmaldedir.” Özetleyecek olursak Lozan Antlaşması’ndan sonra İmroz’un Yunan hâkimiyetinden Türk hâkimiyetine geçmesi ilk yıllarda görünürde ada yaşamında çok fazla bir değişikliğe sebep olmamıştır. Tarımla ve hayvancılıkla uğraşan ada halkı geçimini sürdürmeye devam etmektedir. Ayrıca adada kayda değer etnik ve siyasi bir problem göze çarpmamaktadır. Fakat yıllar geçtikçe özellikle Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan “Kıbrıs Meselesi” derinleştikçe Türkiye Rumlarının yoğun olarak yaşadığı İstanbul, Bozcaada ve İmroz’da da bir takım sorunlar meydana gelmeye başlamıştır. Bu noktada özellikle 6-7 Eylül Olayları ve 1964 Sürgünü arasında geçen döneme dikkat çekmek gerekir. Kıbrıs Meselesi ve Türkiye’deki Rum Algısının Değişmesi İlk defa 21 Kasım 1949 tarihinde Kıbrıs için Birleşmiş Milletlere müracaat eden Yunanlar “Yunanistan’la birleşmek için self-determinasyon hakkının halkımıza tanınmasını istiyoruz” diyerek adanın Yunanistan’a ilhakını talep etmiştir.[2] Hemen ardından sonucu önceden belli bir plebisit düzenlenmiş ve adanın Yunanistan’a bağlanması kararı çıkarılmıştır. Elbette bu olaylar Türkiye’de de karşılık bulmuş ve Türk hükumeti adayla ilgili çalışmalarını hızlandırmıştır. Fakat bu dönemde Türkiye’deki Rumların Kıbrıs meselesinde Yunanistan’ı desteklediği algısı oluşmuş ve Türkiye’de Rum karşıtlığı hızla tırmanmıştır. Kıbrıs’ta ise olaylar hızla karışmaya devam etmektedir. Konunun Birleşmiş Milletler’e taşınması gündeme gelmiş fakat neticede 17 Aralık 1954’te Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 8 çekimser oya karşılık 50 oyla Kıbrıs meselesinin şimdilik görüşülmemesi kararına varmıştır.[3] 1 Nisan 1955 tarihinde EOKA terör örgütünün de terör olaylarına başlaması olayların üzerine adeta tuz biber olmuştur. Artık Türkiye’de de çeşitli protestolar düzenleniyor Türk medyasında Kıbrıs ateşinin etkisiyle olumsuz bir Rum algısı yaratılıyordu. Neticede 1955 yılı hem Kıbrıs’taki Türkler ve EOKA’yı desteklemeyen Rumlar için hem de Türkiye Rumları için kâbus gibi bir yıl olacaktır. Bu tarihten sonra Kıbrıs’taki Türkler ile Türkiye’deki Rumların kaderleri birbirine bağlanmıştır. “Adanın dört bir yanında terör estirmeye başlayan EOKA ayrıca Temmuz 1955 tarihinden itibaren ilk defa olarak özellikle Türklerin yaşadığı bölgelerde Türkçe bildiriler dağıtmak suretiyle beyin yıkama ve propaganda faaliyetlerine girişir.”[4] Kıbrıs’ta durum böyleyken Türkiye’de de işler çığırından çıkmak üzeredir. İngiltere’de 29 Ağustos-7 Eylül 1955 tarihleri arasında Türkiye, Yunanistan ve İngiltere Kıbrıs Meselesini görüşmek üzere toplanma kararı aldığında Kıbrıs’ta, Türkiye’de ve Yunanistan’da gergin bekleyiş sürüyordu. Bu üç ülke arasında özellikle Türkiye’de “toplumsal tepki kendisini göstermekte gecikmemiş ve bunun sonunda önce Başbakan Adnan Menderes’in açıklaması, ardından çeşitli sivil toplum örgütleri ve başta Hürriyet gazetesi ve Sedat Simavi olmak üzere bazı gazete ve gazetecilerin Kıbrıs eksenli haber ve yorumları ülkede insanların Kıbrıs davasını daha yakından ve kaygıyla izlemesine neden olmuştur.”[5] 6-7 Eylül Olayları ve Türk Medyasına Yansımaları Türkiye Rumları için elim olayların kapısını ardına kadar aralayan “6-7 Eylül 1955 Olayları” öncesinde ise Türk medyası İngiltere’den Kıbrıs ile ilgili gelen haberleri yakından takip etmekteydi. 5 Eylül 1955 Pazartesi günü Akşam Gazetesi manşetinde şu satırlara yer vermiştir “Hafta sonu münasebetiyle Kıbrıs konferansına dâhil bulunan temsilciler arasında gayrı resmi görüşmeler olmuştur. Konferans yarın çalışmalarına devam edecektir. Diğer taraftan bugünkü Katimerini Rum Gazetesi ise, konferansın can çekiştiğini yazmakta ve Kıbrıs davasının Birleşmiş Milletlerde savunulması için Yunan heyeti Londra’yı terk etmeye davet etmektedir. Konferansın Perşembe günü sona ereceği katileşmektedir. Üç devlet temsilcileri Salı, Çarşamba ve Perşembe üç toplantı daha aktedeceklerdir. Şimdiye kadar askeri delegeler arasında bire bir temas yapılmamıştır.”[6] Özellikle 1955 yılından itibaren Kıbrıs meselesinin de alevlenmesiyle 1964 yılına kadar olaylarla ilgili Türk medyasının tutumunun giderek sertleştiğini göreceğiz. Bu noktada Türk halkına sunulan haberlerdeki üslubun ve haberlerin doğruluğunun ya da yanlışlığının olayların gidişatına doğrudan etki edebileceğini mukayese yoluyla gözlemlemiş oluyoruz. 6 Eylül 1955 tarihinde Londra Konferansı devam ederken Türk medyasına düşen bir haber kısa sürede ülke çapında infial yarattı. İstanbul Ekspres Gazetesi tarafından akşam baskısında yer verilen haberde Atatürk’ün Selanik’teki evinin bir Yunan vatandaşı tarafından bombalandığı ve evin zarar gördüğünden bahsediliyordu. O dönemde tirajı 20 bin civarında olan gazete 6 Eylül’de gazetenin çok satılacağını öngörmüş olacak ki 290 bin bastı. Haberin etkisi kısa sürede geniş kitlelere yayıldı ve özellikle İstanbul ve İzmir’de Rumların ve gayrimüslimlerin yoğun yaşadığı mahallelere saldırılar gerçekleşti. Aslında İstanbul Ekspres’in Atatürk’ün evinin bombalandığını paylaştığı haberi bardağı taşıran son noktaydı. Zaten o güne kadar Türk medyasında Rum düşmanlığını körükleyebilecek birçok haber Türk halkının dikkatine sunulmuştu. Aynı günün sabahında bazı ulusal ve yerel gazetelerde çıkan haber başlıklarını incelemek olayları daha sağlıklı anlayabilmemize yardımcı olmaktadır. “6 Eylül tarihli bazı İzmir gazetelerinde başlıklar şöyleydi. Yeni Sabah Postası, “Bu hayasız şımarık artık durdurulmalı”, Gece Postası, “Palikaryaların bayrağı artık konak meydanında dalgalanamaz” İstanbul gazetelerinde ise Hürriyet, “Kıbrıs Türktür levhası asıldı”, “Şehirde nahoş hadiseler bayrağa, büyüklere dil uzatan rum az daha linç edilecekti”, Akşam Gazetesinde, “Londra Konferansı çıkmaza giriyor””[7] Bu noktadan hareketle olayların seyri ile gazete manşetlerinin örtüştüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Özellikle hassas bir dönemde medya tarafından orantısızca körüklenen öfke, telafisi çok zor bir takım olayları da beraberinde getirmiştir. 7 Eylül 1955 günü yine Akşam Gazetesi manşetinden olağanüstü halin kaldırıldığını şu sözlerle paylaşmaktaydı “Fevkalade hal kaldırıldı. Hükumet yetkililerin vaziyete hâkim olmaları üzerine fevkalade halin devamına lüzum olmadığı anlaşıldı. Vatandaşların maruz kaldıkları zararlar telafi ve tazmin edilecek”[8] Haberin devamında ise olayların nasıl başladığına ve öznel anlamda sebeplerine yer verilmekteydi. Neticede Kıbrıs’ta Türklere karşı düzenlenen terör faaliyetleri, Kıbrıs meselesinin çıkmaza girmesi, DP hükumetinin olaylara yaklaşımı ve Türk medyasının üslubunun sonucunda 6-7 Eylül Olayları patlak vermiş ve çok ağır bir bilanço ortaya çıkmıştır. Konuyla ilgili “Nevzat Karagil’in yaptığı bir araştırmaya göre, iki gün süren olaylarda 3 kişi öldü, 30 kişi yaralandı. 1 havra, 8 ayazma, 2 manastır ve 3884’ü Rumlara ait olmak üzere, 8538 taşınmaz mal harap ve yağma edilerek yakılıp yıkıldı.”[9] Fakat bu konuda da Türk ve Yunan medyası ihtilafa düşmüş ve paylaşılan sayılarda farklılıklar görülmüştür. Asıl önemli olan nokta ise 6-7 Eylül Olaylarında yapılan çok yönlü ihmallerin günümüze kadar Türkiye’nin başına çorap örmeye devam ettiği gerçeğidir. Birincisi olayların sonucunda zaten kötüye gitmekte olan Yunanistan-Türkiye ilişkileri tamamen çıkmaza girmiştir. Ayrıca Yunanistan konuyu Birleşmiş Milletler’de Türkiye aleyhine propaganda amaçlı kullanmayı ihmal etmemiş ve Türkiye’nin dünya kamuoyu nezdinde imajı zarar görmüştür. En önemlisi ise Türkiye’deki azınlıkların yaşam ve mülk edinme hakkına kastedilmiş olmasıdır. Bunda Türkiye’deki Rum algısının tepetaklak olması ve Kıbrıs’ta terör faaliyetleri düzenleyen Rumlar ile Türkiye’de İstanbul, İzmir, İmroz ve diğer yerlerde yaşayan Rumların karıştırılması etkili olmuştur. 1964 Rum Sürgünü, İmroz Örneği ve Türk Medyasına Yansımaları 6-7 Eylül Olayları öncesinde oluşturulan Rum algısının 1964 yılı İmroz Sürgünü öncesinde de etkisini korumaktaydı. Asıl ilginç olan nokta ise 1955 Olayları öncesi ortaya atılan “Atatürk’ün evi bombalandı.” haberi 1964 yılında Hürriyet Gazetesi vasıtasıyla “Yunanlılar Atatürk’ün Selanik’teki evini yıkacak” suretinde tezahür etmesidir. 1955 olaylarında İmroz Rumlarına nazaran İstanbul Rumları çok daha büyük zararlar görmüş ve bir kısmı göç etmek zorunda kalmıştır. Fakat 1964 Sürgününden İmroz Rumları da en az İstanbul Rumları kadar zarar görmüştür. Bu noktada dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta ise Kıbrıs Meselesinin aradan yaklaşık 10 yıl geçmesine rağmen çözülememiş hatta daha da tırmanmış olduğu gerçeğidir. Tıpkı 6/7 Eylül olaylarında olduğu gibi Kıbrıs’ta EOKA’nın terör faaliyetleri 1963 yılında Kıbrıs’taki Türklerin katliama uğraması iki ülkenin ırkçı yaklaşımı ve arada kalan Kıbrıs Türkleri ve Türkiye Rumlarının çektiği sıkıntılar devam etmekteydi. İmroz’da Rum olmak ise gittikçe zorlaşmaktaydı. Özellikle 1964’te Rum okullarının kapatılması, İmroz Rumlarının geleceğe dair umutlarını da yok etmişti. Ayrıca bu dönemde Rumların çeşitli taşınmaz mallarına da el konulmuş ve istimlak yasası uygulanmıştır.[10] İmroz’da yıllar içinde bir korku psikolojisi hâkim olmaya başlamıştı.[11] Bunda medyanın ırkçılığa varan propagandasının etkisinin olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin 29 Ağustos 1964 tarihli Hürriyet Gazetesi “Ankara’da gençler, Yunan Büyükelçiliğini taşa tuttu.” şeklinde bir haber paylaşıyor ve bu ufak çaplı şiddet olayını kınayıcı bir üslup dahi kullanmıyordu. Yine aynı şekilde 16 Nisan 1964 tarihli Milliyet Gazetesi’nin iç sayfalarında “Türklüğü benimsemeyen Rumlara karşı alış-veriş boykotu başladı” deniyor ve adeta bu durumu destekleyen bir üslupla haberin açıklaması yapılıyordu. Haberler bununla da sınırlı kalmıyordu. Adeta medya eliyle bir baskı kampanyası başlatılıyor ve kamuoyu yönlendirilmeye çalışılıyordu. Yine Hürriyet 14 Nisan 1964 tarihli gazete haberinde “Gençler, halkın Rum’lardan alış-veriş yapmamasını talep ediyor.”[12] deniyordu. Örneğin bu haberde Rumlardan alışveriş yapılmamasını talep eden gençler kimdi? Bu genelleme toplumun genel kanısını ne derece doğru yansıtıyordu? Böyle bir durum gerçek olsa dahi haber haline getirilmekteki asıl amaç neydi? Soruları akla geliyordu. 1964 Sürgününe doğru medyada sürgünün yapılacağına dair haberler çıkmaya başlamıştı. İmtiyazlar bir bir kaldırılıyor ve bazı Rumların mallarına devlet tarafından el koyuluyordu. Durum ciddileştikçe bazı Yunan vatandaşı olup Türkiye’de yaşayan Rumlar ve Türkiye pasaportuna sahip olanlar göç hazırlıklarına başladı. Bu dönemde Rumların mal varlıklarını koruma çabaları da gazete manşetlerine yansıyordu “Yunanlıların mallarına el konuldu. Mali polisle müfettişler işbirliği yaptı. Yurtdışına çıkarılan iş sahibi Yunanlıların hileli yollarla servet ve alacaklarını başkalarına devrettikleri tespit edildi.”[13],“Sınır dışı edilenler Makarios’a kızdılar. Vapurla sınır dışı edilen 25 Rumun lokum kutuları, bir ihbar üzerine tek tek arandı.”[14], “Hudut dışı edilen Rumlar perişan halde.”[15], “Hudut dışı edilen Rumlar konuşuyor Öz vatanımız Türkiye’dir.”[16] Haber başlıklarında görüldüğü gibi yine bir Kıbrıs krizi ile tetiklenen Rum karşıtlığı tepenin üstünden aşağıya yuvarlanan bir kar topu gibi giderek büyüyor ve kontrol edilemez bir hal alıyordu. Kıbrıs’ta Türklerin üzerinden oynanan oyunlar ,EOKA’nın hain saldırıları ve her iki tarafın propaganda çabaları[17] katlanarak büyüyor ve olayları içinden çıkılamaz bir hale getiriyordu. Bu arada 1964 yılının hemen hemen tamamında TBMM’nin gündeminde de Kıbrıs meselesi ve Türkiye’deki Rumlar vardı. “14 Şubat 1964’te Manisa Milletvekili Hürrem Kubat, meclise şöyle bir soru önergesi sundu Türkiye’de oturan ve çalışan Yunan uyruklu kişilerin miktarı ne? Bunlardan ne kadarı gelir vergisi vermektedir? Yunan uyrukluların ödedikleri gelir vergisi nedir? Beher Yunan uyruklunun ödediği gelir vergisi nedir? Gelir vergisi ödemeyenler için bu güne kadar bir işlem yapıldı mı? Hükumet, Yunan uyrukluların iktisadi ve sosyal çalışmalarını yakından izliyor mu? Yunan uyrukluların ikamet tezkereleri elden geçirilecek ve gerekli tedbirler alınacak mıdır?”[18] Görüldüğü üzere Kıbrıs’ta yaşananlar doğrudan Türkiye Rumlarına mal ediliyor ve mecliste sıkı tedbirler alınması gündeme geliyordu. Biraz geriye dönecek olursak. Makarios’un Kıbrıs’taki faaliyetleri ve 4 Mart 1964’te BM tarafından adanın tek iktidarı olarak kabul edilmesinin Türkiye’de geniş yankı uyandırdığını ve zaten öfkeli olan kitlelerin daha da öfkeye kapıldığını rahatlıkla görebiliriz. Bu noktada özellikle belirtilmesi gereken bir diğer husus ise 15 Mart 1931 tarihinde resmi gazetede yayımlanan, Türkiye ve Yunanistan arasında akdedilmiş İkamet Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması’nın, 1964’te Türkiye tarafından iptal edilmesidir. “Bu karar, Yunan uyrukluların Türkiye’deki varlıklarının sona erdiğinin bir işaretiydi ve cumhuriyet dönemindeki en büyük dış göç dalgalarından birine yol açacaktı.”[19] Tüm bu olayların neticesinde yalnızca 1955-1975 yılları arasında 20 yılda Türkiye’deki Rum nüfusunun 20 kat azaldığını söylemek çarpıcı bir örnek olacaktır fakat yeterli olmayacaktır.[20] Burada asıl önemli olan sürgün kararının kişiyi kapsamasına rağmen, sürgün edilenlerin ailelerinin de, hakkında sürgün kararı çıkarılmamış Rumların da kendilerini Türkiye’yi terk etmek zorunda hissetmesidir.[21] İmroz örneği bir yerleşim yerinin tamamen karalama kampanyasına maruz bırakılmış olmasından dolayı önem arz etmektedir. Ayrıca İmroz’u diğer tüm olayların dışında bırakan temel etken sükûnet içinde yaşayan bir ada olmasıdır. Kuzey Ege’de, Çanakkale Boğazı’nın girişinde bulunan bu şirin adanın; yüzlerce kilometre ötede, Akdeniz’in ortasındaki başka bir adada yaşanan hadiseler sonucu böylesine etki altında kalması ilgi çekici olmuştur. 6-7 Eylül olayları ile alevlenen İstanbul ve İzmir nihayetinde kıvılcımını İmroz’a da sıçratmıştır. Kıbrıs meselesinin tırmanmasıyla Türkiye’de yeniden şekillenen Rum algısında medyanın payı da yadsınamaz bir gerçektir. Bu dönemde kamuoyuna sunulan haberlerden İmroz da nasibini almıştır. Bir gazetede İmroz’dan “Türk’tür burası ama Türk kokmaz, ezan sesleri yerine çan sesleri duyarsınız, sanki Türkiye’den ayrı meçhul bir diyardır”[22] şeklinde bahsedilmesi sürecin nerelere kadar geldiğini apaçık ortaya koymaktadır. 1963-64 Eğitim ve Öğretim yılının bitmesinin ardından valilikten kaymakamlığa gelen yazıda, 1151 sayılı kanunun 14. Maddesine göre Rum okullarının sahip olduğu statünün sona erdiği bildirilmesi yani mealen Rum okullarının kapatılması da İmroz’daki Rumların adayı terk etmesinde bir etken olmuştur. Bu dönemde İmroz’da vuku bulan son çarpıcı örnek ise 1965’te adaya bir açık cezaevi kondurulması oldu. Cezaevinin de faaliyete geçmesiyle kalan Rumların da birçoğu korku psikolojisiyle adayı terk etti. SONUÇ Lozan Antlaşması’yla akdedilen ve korunması gereken azınlık hakları tıpkı Yunanistan’da olduğu gibi Türkiye’de de birçok kez sekteye uğramıştır. Bunlardan en önemlisi ise Kıbrıs meselesinin alevlenmesinin ardından Türkiye’de yeniden şekillenen Rum algısı olmuştur. Özellikle 1955-1965 arası dönemde Türkiye’deki Rumlar, Kıbrıs’taki Rumlarla karıştırılmış ve Kıbrıs’taki Rumların yaptığı yanlışların bedelleri doğrudan ya da dolaylı olarak Türkiye’deki Rumlara ödetilmiştir. Bu süreçte Yunanistan’da Yunan medyasının, Türkiye’de ise Türk medyasının payı büyük olmuştur. Irkçılığa vardırılan söylemler, şiddeti ve nümayişi destekleyen manşetlerle her iki halk galeyana getirilmek istenmiş ve başarılmıştır. Tüm bu olayların asıl bedelini ise Türkiye ve Türk halkı ödemiştir. Türk toplumunun koruması gereken birlik ve hoşgörü ortamı yerini baskı ve şiddet olaylarına bırakmış üstelik Batı Trakya’da yaşayan Türklerin haklarını savunmak için Türkiye’nin elinde bulunan bir koz olan Türkiye Rumları da yuvadan uçup gitmiştir. Yunanistan ise Türkiye’de ısrarla yapılan bu hataları uluslararası her platformda öne sürmüş ve Türkiye’nin dünya kamuoyundaki imajını zedelemek istemiştir. İmroz Rumları ise İstanbul ve İzmir Rumlarıyla aynı kaderi paylaşmıştır. Bir kısmının evleri ve eşyaları yağmalanmış bir kısmı sürgün edilmiş bir kısmı ise kendi isteğiyle ana yurdu bildikleri toprakları terk etmek zorunda kalmıştır. Aynı şekilde İmroz Rumları medyadan da nasibini almıştır. Ağız birliği yapmışçasına uygulanan karalama kampanyası sonuç vermiş ve nihayetinde herkesin kaybettiği bir takım olaylar yaşanmıştır. 1960 yılına kadar 5487 Rum’un yaşadığı İmroz’da bugün yalnızca 150 kadar Rum yaşamakta. Artık Atina ve çevresinde yaşayan İmroz Rumları ise kuşaktan kuşağa aktardıkları tecrübelerle ada kültürünü Yunanistan’da yaşatmaya devam ediyor. KAYNAKÇA Sayfalar 1 2 RK 1016 / 35, No. 168 sayılı ve “gizli” damgalı yazının tarihi 12 Eylül 1955. İstanbul İngiliz Başkonsolosluğundan Sir James Bowker imzasını taşıyan kripto İngiltere Dışişleri Bakanı Selwyn Llyod’un dikkatine çekiliyor “Güvenilir kaynaklardan edindiğim bilgiye göre, 5 Eylül gecesi Başbakan Adnan Menderes Kıbrıs Türktür Cemiyeti’ Başkanı Hikmet Bil ile görüştü. Rum karşıtı gösterilerin bu cemiyetin himayesinde düzenlenmesine karar verildi. Sınırlı bir sokak gösterisi ve bir kaç camın kırılması planlandı. Gösterinin 9 Eylül’de, İzmir’in kurtuluş günü vesilesiyle düzenlenmesi öngörüldü. Ancak, Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atıldığı haberi halkta öfke yaratınca, gösteriler için uygun fırsat çıktığı düşünüldü”. İstanbul’daki İngiliz istihbaratına dayanarak İngiliz Başkonsolosluğundan Londra’ya çekilen bu kripto bir süre önce açılan İngiliz gizli belgelerinde yer alıyor. Anlatılan senaryo “6 - 7 Eylül 1955 olayları” ile bağlantılı. Kıbrıs’ta gerginlik “Yazıyor, Selanik’te Atatürk’ün evinin bombalandığını yazıyor”. 6 Eylül 1955... İstanbul’da yayınlanan, tirajı pek de yüksek olmayan bir gazetede yayınlanan bu haber üzerine, çeşitli topluluklar Taksim'de toplanmaya başlıyor. O tarihte “Kıbrıs’ta Türkler ile Rumlar arasında” siyasal gerginlik giderek tırmanıyor. Yunan Hükûmeti Kıbrıs’ın kendisine bağlanmasını istiyor. İsteğini Birleşmiş Milletlere taşıyor. Bu tutum Kıbrıs’ta Türkler ile Rumları karşı karşıya getiriyor. Türkiye’de “Kıbrıs Türktür Cemiyeti” kuruluyor. Başında Hikmet Bil isimli biri var. Cemiyeti dönemin Başbakanı Adnan Menderes destekliyor. Aynı günlerde Demokrat Parti iktidarından yana olan gazetelerde sık sık “İstanbul’da yaşayan Rumlara karşı nefret söylemi içeren” haberler yayınlanıyor. “Atatürk’ün evi bombalandı” haberi nefret söylemi zincirinin son halkası. “6-7 Eylül günlerinde tarihimizin en yüz karası olaylarından biri daha patlıyor”. Yağma ve tahribat İktidarın körüklediği nefret söylemi gazete haberi ile birleşince, tam bir facia yaşanıyor. Taksim’de bir araya gelen topluluk büyük bir öfke içinde İstiklal Caddesi’ne doğru yürümeye başlıyor. Orada Türk azınlıklara ait çok sayıda dükkan, ev ve kilise var. “Bir yağma başlıyor. Dükkanlara giriliyor, vitrinler yerle bir, evlere taşlar, insanlara sopalar!.. Tam bir vahşet!..” Saldırıya uğrayan ve yağmalanan iş yerleri çoğunlukla Rumlara, aynı zamanda Ermenilere ve Musevilere ait. Resmi kaynaklara göre, iki gün süren 6-7 Eylül olaylarında “İstanbul’un çeşitli semtlerine yayılan yağmada 4 bin 214 ev, bin iş yeri, 73 kilise ve 26 okul tahrip ediliyor. İnsan Hakları Örgütü Helsinki Watch’a göre, olaylarda on beş kişi hayatını kaybediyor”. Gayrimüslim Türk yurttaşlarına ait dükkânların yağmalanması ve saldırıların kontrol altına alınamaması üzerine İstanbul ve İzmir’de sıkıyönetim ilan ediliyor. “Her şey Menderes’ten sorulur” İngiliz belgelerine göre, sokak gösterisi ve bir kaç cam kırma olarak planlandığı öne sürülen olaylar sırasında İçleri Bakanı İstanbul’da. Aynı belgeye göre “Güvenlik güçleri olaylara saatlerce müdahale etmiyor”. İngiliz Ulusal Arşivi’nde açılan 1841 - 1957 dönemi İngiltere Dışişleri Bakanlığı gizli raporlarında bu kez Michael Stewart imzalı 22 Eylül 1955 tarihli gizli yazıda “Bu ülkede her şey Başbakan Menderes’ten sorulur. 6 - 7 Eylül gösterileri onun kararı ile olmasa bile, onun değilse de, yakın çevresinin bilgisi ve onayı vardır. Bu ülkede onun talimatı alınmadan bir şey yapılamıyor. Gösteriler başladığında, Menderes trenle Ankara’ya gidiyordu ve ona ulaşılamıyordu. Tren gece 10’da Sapanca’ya gelince ona ulaşılabildi, o da bir polis aracıyla İstanbul’a döndü”. “Komünistler yaptı” İngiliz istihbaratının bu iddiaları İngiliz gizli belgelerinde yer alırken, dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar suçluları ilan ediyor “Olaylardan suçlu olanlar basın ve bazı komünistlerdir, halkı onlar tahrik etmiştir”. Başka kim olabilir ki zaten!.. Basın ve komünistler varken!.. Bayar’ın sözlerinden hareketle... “- Aziz Nesin, Can Boratav, Zehra Kosova gibi isimlerin bulunduğu yazarlar ve aydınlar hapse atılıyor. - Zafer ve Ulus gazeteleri kapatılıyor”. Pek çok örneğini yaşadığımız bu tavır, bize hiç yabancı değil. Üçüncü İngiliz belgesi Yine Sir James Bowker imzalı bir başka kriptoda dönemin siyasal görünümü değerlendiriliyor. Satır başlarıyla “- Baskıcı iktidar karşısında bölünmüş bir muhalefet var. - Ekonomik kriz yaklaşıyor”. Çok doğru bir tespit ve öngörü. Ekonomik kriz 1958’de doruk noktasına ulaşıyor. Döviz rezervleri fena halde eriyor, Türk Lirası dolar karşısında TL’den 9 liraya fırlıyor, yüzde 221 oranındaki devalüasyonla sonuçlanan 1958 ekonomik krizi patlıyor. Belge devam ediyor - Türkiye’nin siyasi manzarası hiç iç açıcı değil. Bir diktatöre özgü özellikler yansıtan tek bir adamın egemenliği altında. - Aday olacaklarda önce partiye bağlılık esas alındığından, çoğu milletvekili ehliyet açısından vasat görünümde. - Partinin milletvekilleri arasında elbette nitelikli kişiler var ama parti lideri onları engellemek için gerekli önlemleri alıyor. - Lider dış politikayı kimseye bırakmıyor, bizzat yönetiyor. - Küçük, büyük demeden, her konuda tek başına karar alıyor, bu kararları itirazsız kabul gerektiriyor. - Halkta iktidardan hoşnutsuzluk var ancak, muhalefetin bu hoşnutsuzluğu oya dönüştürecek kampanya yürütmesi, iktidarın özgürlüklere getirdiği kısıtlamalar nedeniyle çok zor görünüyor. - Atatürk’ün ilkeleri yerini oportünizme bırakıyor. - Ekonomik bunalım iktidarın baskıcı tavrını arttırıyor. - Bu durum sadece halkta değil, parti içinde de hoşnutsuzluk yaratıyor”. 6 - 7 Eylül 1955... 6 Eylül 2021... Her açıdan baştan sona derslerle dolu bir tarih. Hepimiz için! Bu fotografları Yılmaz Murat Bilican'ın geçen yıl T24'te yayınlanan yazısı eşliğinde yayınlıyorum 6-7 Eylül Olayları ve devletin faş olması Yılmaz Murat Bilican 10 Eylül 2013 / T24 Türkiye Cumhuriyeti devletinin geçmişte kalkıştığı, ve sonradan "muhteşem bir örgütlenme" olarak anılan ve bir türlü hakkıyla yüzleşemediğimiz, bu nedenle de, yaşananlar ve sonuçları bakımından vicdanımızı derinden sızlatan "6-7 Eylül Olayları"nın 58. yıldönümündeyiz. [Bu yıl 59. HA] Başta planlananın çok ötesine sıçrayan, biraz da bu nedenle, tertipleyenlerin eline yüzene bulaştırdıkları ve devletin faş olmasına neden olan bir örgütlemedir 6-7 Eylül. Özellikle Istanbul ve İzmir’de, başta Rum’lar olmak üzere gayrimüslim vatandaşlara kabus gibi iki gün yaşatan bu olaylara, Türk ulus-devletinin kuruluş sürecinde uygulanan politikaların aslında bir devamı niteliğinde fakat, biraz aceleye gelmiş, sonuçları beklentileri aşmış bir örgütlenme olarak bakmak da mümkündür. Ne oldu 6-7 Eylül 1955’te? 1955 yılına bakarsak, ülke gündemindeki en önemli madde Kıbrıs sorunudur. Grivas önderliğindeki EOKA, adada yaşayan İngiliz ve Türklere karşı terör saldırılarına başlamış, saldırılar kamuoyunda büyük bir öfkeye neden olmuştur. Bu sırada İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ı konuyu görüşmek üzere Londra’da toplanacak üçlü bir konferansa davet etmiş, Konferans 29 Ağustos’ta başlamış ve Dış işleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu Türkiye’yi temsilen yerini almıştır. Basın ve siyasi çevreler tarafından çok önceden başlatılan, Rum vatandaşlarını ve Yunanistan’ı hedef alan kampanyalar yürütülmektedir. Kıbrıs Türktür Cemiyeti ve Türkiye Milli Talebe Federasyonu TMTF kampanyalara katılan ve ön plana çıkan iki örgüttür. KTC başkanı Hikmet Bil, Hürriyet Gazetesi yazarı ve hükümetle yakın ilişkileri olan bir kişidir. Yönetim kurulu üyelerinin de hem basınla, hem hükümetle hem de Milli İstihbaratla ilişkileri bilinmektedir. "Türkiye Türklerindir" alt başlığıyla çıkan Hürriyet gazetesi, Yeni Sabah ve İzmir’de yayınlanan Gece Postası gazeteleri yoğun bir Fener Rum Patrikhanesi ve Yunanistan aleyhtarı yayın yürütmektedirler. Zorlu’nun Londra’dan gönderdiği ve konferansta, Türk kamuoyunun güçlü sesinden söz ederek elini güçlendirmek istediğini belirten telgrafı Hikmet Bil’le paylaşan Menderes, aslında olaylar için adeta başlat komutu verir. 5 Eylül tarihli gazetelerde üç Rum casusun yakalandığı haberi çıkar aynı gün Taksim’de bir Rum genci dövülür, bazı Rum gazeteler yakılır ve “Kıbrıs Türktür” yazılı bir pankart Patrikhane’ye bırakılır. Ortam oldukça sıcaktır. Beklenen Kıvılcım Selanik’ten Gelir 6 Eylül günü öğlen saatlerinde radyolar, Selanik’te Atatürk’ün evinin bombalandığını duyurdu. Gerçekte bahçeye atılan küçük çaplı bir patlayıcı binanın iki camını kırmıştı sadece Demokrat Parti ve Milli istihbaratla yakın ilişkide olan Istanbul Ekspres gazetesi, bu haberle normal tirajının çok üstünde baskı yapar. Bunun için önceden kağıt stoğu yaptığı iddia edilmiştir Öğleden sonra ellerinde tek tip sopalarla harekete geçen gruplar Önce İstiklal’de gayrimüslimlere ait işyerlerini taşlamaya ve yağmalamaya başlarlar. Yağma kısa sürede, diğer semtlere de yayılır. Sonradan tanıkların anlattıkları, grup liderlerinin ellerinde listelerin olduğunu ve buna göre hareket ettiklerini, bazı ev ve işyerlerinin önceden tebeşirle işaretlendiğini, cana zarar vermemek üzere uyarıldıklarını gösterir. Bu sayede az can kaybı, bol tecavüz olmuştur. Benzer eylemler İzmir’de de başlar. 6 Eylül gecesi olaylar artık çığırından çıkmıştır yağma ve zorbalık akıl almaz boyutlara ulaşmış ve kontrol kaybedilmiştir. Hükümet 6 Eylül’de İstanbul, Ankara ve İzmir’de sıkıyönetim ilan eder. Ama iş işten geçmiştir, yıllardır gayrimüslimlere karşı öfkeyle yetiştirilen kitleler, kontrolsüzlüğün ve yağmanın da tadını alınca durdurulamamışlar, saldırılar İstanbul’da 7 Eylül’de de aynı hızla devam etmiştir. "Dozu kaçmış" bilanço Celal Bayar’ın, İstiklal Caddesi’ndeki hasarı görünce, etrafındakilerin duyacağı bir sesle İçişleri Bakanı Namık Gedik’e “Galiba dozu kaçırdık” dediği olaylarda, “Türk basınına göre 11 kişi, bazı Yunan kaynaklarına göre 15 ölü sayısı resmî rakamlara göre 30, gayri resmî rakamlara göre 300’dür. Sadece Balıklı Hastanesi’nde 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi görmüştür. Tecavüze uğrayanların 200’ü aştığı sanılır. 200 bin kişilik güruhun katıldığı tahmin edilen bu harekâtta, ölüm olaylarının az olması ve saldırganların en ufak bir direnişte geri çekilerek başka hedeflere yönelmesi, hükümetin bir katliam planlamadığını, amacın başta Rumlar olmak üzere gayrimüslimleri ekonomik olarak güçten düşürmek, sonra da korkutarak ülkeden kaçırtmak olduğunu sırasında, resmî rakamlara göre aşkın, gayri resmî rakamlara göre 7 bine yakın bina saldırıya uğrar. ABD Başkonsolosluğu’na göre saldırıya uğrayan işyerlerinin yüzde 59’u Rumlara, yüzde 17’si Ermenilere, yüzde 12’si Musevilere, yüzde 10’u Müslümanlara; evlerin yüzde 80’i Rumlara, yüzde 9’u Ermenilere, yüzde 5’i Müslümanlara, yüzde 3’ü Musevilere aittir. Ayrıca İsveç Büyükelçiliği binası ile Fransız, İtalyan, Avusturya ve Almanlara ait işyerleri ile Ermeni ve İngiliz mezarlıkları da saldırılardan nasibini almıştır. Hasarın mali portresi konusundaki en düşük tahmin o günün değerleriyle 150 milyon lira, en yüksek tahmin 1 milyar liradır. “ Ayşe Hür, 6-7 Eylül’de devletin muhteşem örgütlenmesi’,Taraf Gazetesi , Hükümet olayların ardından özür dileyerek zararların ödeneceğini söyler, hemen ardından komünist avına başlar, tanınmış solcuları tutuklar fakat gelen tepkiler üzerine serbest bırakmak zorunda kalır. Dava gerçek suçlulara dokunamadan kapanır. 1960 darbesi sonrasında yeniden açıldığında ise devlet olup biteni, büyük bir öfkeyle yargıladığı siyasetçiler üzerine yıkarak kendini temize çıkarır. Peki bu ilk miydi? Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Anadolu’nun Türk’leştirilmesi Kemalist ideoloji tarafından vazgeçilmez bir politika olarak benimsenmiş, yasalar ve uluslar arası sözleşmelerde bir takım azınlık hakları garanti edilmesine rağmen, yapılan mübadele anlaşmalarıyla azınlıklardan kurtulma, kalanlar için de yoğun bir asimilasyon politikası izlenmiştir. Bütün politikalarını Türklük üzerine kuran devlet, modernleşme projelerinin ancak bu şekilde gerçekleşeceğini hesaplamıştır. Bu yaklaşım hem ekonomik hem de siyasal olarak, Türk olmayan azınlıkları engel olarak görmüştür. “Hükümetin özellikle ekonomi politikası alanında aldığı önlemler, Türk unsurun taşıyıcı öğe olarak düşünüldüğünü gösterir. Nitekim 1942 yılında yürürlüğe giren Varlık Vergisi, Ermenilerin, Rumların ve Yahudilerin ekonomideki liderliğine son vermeyi hedeflemiştir. Devletin zorunlu göç ve iskân politikaları da bu homojenleştirme çabalarıyla bir arada değerlendirilmeli, dolayısıyla, 1934'teki, 'Trakya olayları' olarak bilinen ve Yahudileri zorunlu göçe sevk için yapılan saldırılar ile 1930'larda Kürtlere uygulanan iskân politikaları da bu bağlamda ele alınmalıdır. Aynı dönemde, 1929-1934 arası Anadolu Ermenilerinin Anadolu'nun merkezlerine ve ardından İstanbul'a göç ettirilmesinin amacı ise gayrimüslimleri tümüyle Anadolu'dan uzaklaştırıp İstanbul'da toplamaktır. 1946' da yazıldığı düşünülen bir CHP azınlık raporu bunu açıkça ifade eder. Rapora göre, 1950'lere kadar Anadolu, Yahudi ve Hıristiyanlardan temizlenmeli ve sonra İstanbul, Yunanistan'la olan bağları ve nüfusun çokluğu nedeniyle Rumlardan arındırılmalıydı.” Dilek Güven 6-7 Eylül Olayları, Radikal, 06/09/2005 Uygulanan bu politikaların sonraki yıllarda da bitmediğini, kesintisiz bir devlet politikası olarak hep devam ettiğini söylemek için bazı satır başları verebiliriz1964 yılında Rum vatandaşların Yunanistan’a göçe zorlanması, 2000’li yıllarda Milli Güvenlik Kurulu toplantılarının önemli bir gündem maddesinin misyonerlik olması, Trabzon’da öldürülen rahip, Hrant Dink cinayeti, Malatya’daki Zirve Yayınevi cinayetleri ve son olarak ortaya çıkan devletin Lozan’dan bu yana Ermeni, Rum, Yahudi vatandaşlarını nüfus kayıtlarında numaralandırmış olması ve bu numaraların hala kullanılıyor olması... Yazımızı, olayların yönünü ve boyutunu ve faillerini ele verecek alıntılarla bitirelim. Canlı Tanıklar "Çok, çok fena. O zaman ben evliydim, iki yaşındaydı Lula. Sarıyer Yenimahalle'de yazlıktaydık. İstanbul'dan haber geldi, Beyoğlu yanıyor. Saat sekiz, sekiz buçuk filan. Taş dolu bir kamyon geldi. Kamyonun içinden 10-15 kişi çıktı, ilk evvela gazinoyu kırdılar, bir şey bırakmadılar. Bir araya toplandık, zangoç vardı, karısı ve oğluyla; papaz vardı kızları ve karısıyla beraber. Başladılar dışarıdan camları kırmaya, taş atmaya. Aman n'apalım derken artık karanlık da oldu. Arka tarafta bir Türk ailesi oturuyordu, biliyordu o ne olacağını. Hemen papazın kızlarını aldılar, pencereden. Ben Lula'yı şiltenin altına koydum, çocuğu öldürecekler. Taşlar yağmur gibi geliyor. Evin kapısına geldiler. Onu da tekmeyle kırdılar. Babam hemen oda kapısını açtı. Türkçeyi Türk gibi konuşuyordu babam. 'Kırıyoruz' dedi, 'Kıbrıs için. Helal olsun, vatana helal olsun' dedi, gelenler. 'Beni, karımı, kızlarımı öldürün' dedi babam. 'Yok, öldürmeye iznimiz yok' dediler, 'kırmaya iznimiz var.' İsmini sordular, 'Kemal' dedi babam. 'Afedersin, Kemal ağabey' deyip gittiler. Bakkala gittiler, bakkal da diyor ki, 'Hangi Kemal? Bu Koço'dur, Rum'dur.' Tekrar geldiler. Radyo ve buzdolabını pencereden aşağı attılar. Yataklar, elbiseler, gardırobun içinde bir şey kalmadı. Yani biz kaldık. Titriyorduk, 'Kırın' diyordu babam, ne yapsın, 'kırın, atın, helal olsun, atın!' Kırdılar, vurdular, gittiler. Papazın kızlarını istediler. 'Burada yoklar' dedik. Papazı aldılar, bir motosikletin üstüne bağladılar, yol boyunca çektiler." Aynı saatlerde, kocası bir an önce ailesinin yanına gelmek üzere Sirkeci'den yola çıkar. "O akşam kocam işteydi. Saat üçte geldi; Sirkeci'den, Yenimahalle'ye yayan geldi. O da kırıp yırtıp da geliyordu, ne yapsın. Kırmayan, yıkmayan gâvurdur, diye düşünüyorlardı." Tarihe Bin Canlı Tanık projesi kapsamında 74 yaşındaki ev kadını ile yapılan görüşmeden aktaran Dilek Güven, 6-7 Eylül Olayları, s. 14-15 “Tünel’de Cevat Bey’e ait bir kumaş dükkânı vardı. Adam Türktü, ama onun da işyerini yağmalamaya başladılar. Adam hemen pantolonunu aşağı indirdi ve sünnetli olduğunu gösterdi. O da bu şekilde adamları durdurmaya çalıştı. s. 17 “Yayamın evindeyken orada gördüklerime inanamadım. Kapılar ve pencereler artık yoktu. Buzdolapları, dolaplar, aynalar parçalanmış ve evinin önüne yığılmıştı. Yataklar, yorganlar kesilmiş, yünler her tarafa dağıtılmıştı. Elbiseler, ayakkabılar, örtüler, halılar lime lime edilmiş, yığınlar halinde tabak çanak binlerce parçaya bölünmüştü. Somya parçalanmış, avizeler, vitrinler, masalar, sandalyeler ve koltuklar baltayla kesilmişti. Yerde odun, kömür ve gaz, tuz ve şeker, yağ ve yumurtalardan bir birikinti oluşmuştu. Soba da tahrip edilmiş, bazı valizlerin içindekiler dahi makasla kesilerek kullanılamaz hale getirilmişti.” s. 19-20 "Anneme, Müslüman kadınlar gibi görünsün diye beyaz başörtüsü taktık. Pencereye bir bayrak uydurduk. Kapıya oturdum. Kalabalık bir grup önümden aktı. Kiminin elinde bir top kumaş, kiminde bir makine parçası vardı. Bütün cadde eşya doldu. Sadece Rum evlerini değil, tüm gayrımüslimlerinkini yağmaladılar. Yedikule Caddesi üzerindeki bir kiliseyi ateşe verdiler. Kıvılcımlar bizim evin üstüne düşüyordu. Caddede üç kişi durdu. Bizim eve bakıyorlardı. Yanlarına gittim, 'Bu evin sahibi Ermeni. Şimdi Florya'da yazlıkta. Aşağıda ben varım, hatırlatırım' dedim. Annem Müslüman bir kadın gibi kahve pişirdi. İçtik birlikte... Yağma saatler sürdü. Gece yarısına kadar kapıdan ayrılmadım. Sonraki gün dükkânıma gittim. Kepenkler kırılmış, dükkâna girilmişti. Benim dükkâna komşum Laz Mehmet girmiş. Sabahları birlikte çay içerdik. Çok ağrıma gitti.” Dilek Güven 6-7 Eylül Olayları, Radikal, 06/09/2005 İtiraf Gibi Özel Harp Dairesi ÖHD başkanı, Genelkurmay İstihbarat başkanlığı ve Milli Güvenlik Kurulunda üst düzey görevlerde bulunmuş emekli Tuğgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun gazeteci Fatih Güllapoğlu’na söyledikleri “Bak ben sana bir örnek daha vereyim. 1974’teki Kıbrıs Harekâtı. Eğer olmasaydı, o harekât, yani iki harekât da o kadar başarılı olabilir miydi? ... Adaya, bankacı, gazeteci, memur görüntüsü altında Özel Harp Dairesi elemanları gönderildi ve bu arkadaşlarımız, adadaki sivil direnişi örgütlediler, halkı bilinçlendirdiler. Silahları 10 tonluk küçük teknelerle adaya soktular. Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al... -Pardon Paşam anlamadım, 6-7 Eylül olayları mı? -Tabii. 6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi? -E, evet Paşam!...”“Türk Gladio’su İçin Bazı İpuçları,”Tempo Dergisi, S. 24, 9-15 Haziran 1991 Yılmaz Murat Bilican ybilican Ek 5 Eylül 2014 Dün bu fotografları yayınladıktan sonra Straousburg Üniversitesi'nden Türkiye ve azınlıklar üzerine uzmanlaşmış tarihçi ve siyaset bilimci Samim Akgönül, Elif İstanbulluoğlu ve sanatçı Saadet Sorgunlu aşağıdaki bilgileri paylaştı Ona araştırmaları sırasında bu fotograflara ulaşıp ulaşmamış olduğunu sorduğumda şöyle cevapladı "Şöyle, aslında fotograf çok. Zira 6/7 Eylül 1955'de, kaderin bir cilvesi olarak, yeni açılmış Hilton Oteli'nde Interpol zirvesi var! O yüzden de şehirde bir çok Türkiyeli ve yabancı gazeteci bulunuyor. Her sene ortaya yeni fotograflar çıkıyor dolayısıyla. Ama en bilinenleri Paris Match muhabirinin çektikleridir. Bir de 6/7 Eylül'ün "sorumlularından" İstanbul Ekspres gazetesinin genel yayın yönetmeni daha çok genç ve geleceğin Sipa Ajansı'nın kurucusu, Gökşin Sipahioğlu'nun Paris'teki arşivinde de çalışmıştım. Orada hâlâ hiç günışığına çıkmamış klişeler var. Ancak Sipa satıldı, Gökşin Ağabey de vefat etti. O fotolar ne oldu bilmiyorum. Hayatının son yillarında Göksin Ağabey ile samimiyet kurabilmiştik. Sipa'yı satmamak için çok uğraştı. İlk görüşmelerimizde Istanbul Ekspres'in ünlü sayısının 6/7 Eylül'ü tetiklemek için kullanıldığını reddetti. Son görüşmelerimizden birinde "Ya, aslında şimdi düşünüyorum da, o günlerde kağıt tekeli vardı. Gazetelere kağıdı devlet verirdi. O gün bize neden bu kadar çok kağıt geldiğini anlamamıştık" dedi ve yarım ağızla da olsa, "kullanıldığını" itiraf etti." Elif İstanbulluoğlu'nun ilettiği bilgi şu "Bu fotoğrafların çoğu Fahri Çoker Arşivi'nden sanırım. 2005 yılında Karşı Sanat'ta ilk defa sergilenmişti. 246 fotoğraf ve 175 sayfadan oluşan bu belgeleri, ölümünden sonra yayınlanmak kaydıyla üyesi olduğu Tarih Vakfı'na bağışlayan Fahri Çoker. Fotoğrafların bir bölümü Milli Emniyet Hizmetleri, bir bölümü de Samim Bey'in belirttiği gibi yabancı özellikle Alman muhabirler tarafından çekilmiş. Belgeler, olayların DP hükümeti, İstihbarat Servisi ve başta Kıbrıs Türktür Cemiyeti başta olmak üzere öğrenci gençlik dernekleri, sendikalar gibi devletin yönlendirdiği örgütler tarafından düzenlenerek uygulanmış olduğunu ortaya koyuyor." Saadet Sorgunlu ise bu bilgiyi genişletti "Unutmamak için Karşı Sanat'ta bu fotoğrafların sergilenmesi esnasında sergi bir grup ülkücü şahıs tarafından saldırıya uğramış fotoğraflar yırtılmış, üzerlerine yumurta fırlatılmış, sloganlarla yuhalanmıştı. Ordaydım." Her üçüne de teşekkür ederim. Sözkonusu saldırıya dair Bianet'te çıkan iki haberi buldum ve aşağıya ekledim. Hakan Akçura ..................... 6-7 Eylül Sergisine Saldırdılar 6-7 Eylül sergisi, açılışında saldırıya uğradı. Bildiri dağıtan, Türkiye Türk kalacak diye bağıran grup, fotoğraflara zarar verdi. Saldıranların başını çekenler, Ramazan Kırkık ve eski Ülkü Ocağı Başkanı Levent Temiz'di. Kemal Özmenİstanbul - BİA Haber Merkezi06 Eylül 2005, Salı 0000 Karşı Sanat Çalışmaları'nın Tarih Vakfı'yla ortaklaşa düzenlediği "6-7 Eylül Olayları Sergisi" açılışında saldırıya uğradı. Sergiye saldıranlar arasında, daha önce Boğaziçi Üniversitesi'ndeki Osmanlı Ermenileri Konferansı'na da saldıran "Türkiye Sivil Toplum Kuruluşları Birliği"nden TSTKB Ramazan Kırkık, ve İstanbul Ülkü Ocakları eski başkanlarından Levent Temiz yer aldı; Kırkık ve Temiz bildiri okudular. Yine Kırkık, yine TSTKB Kırkık, daha önce Halka ve Olaylara Tercüman gazetesinde yer alan habere göre, sergi ve panelin kışkırtma amaçlı olduğunu belirtmiş, "Soros destekli bu vakıf, 1955'te yaşanan olayları saptırıp ülkede yeni bir tartışma yaratmak istiyor. Amaçları, Rumların hakkını aramak, Türklerin barbar olduğunu ispatlamak, tazminat ödenmesini sağlamak. Kısacası, ülkede yeni bir tartışma yaratmak. Biz bu sergi ve panele de tepki gösteriyoruz" demişti. Aynı habere göre, Kırkık'ın üyesi olduğu Türkiye Sivil Toplum Kuruluşları Birliği, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Adalet Bakanı, İçişleri Bakanı, YÖK Başkanı ve Vakıflar Genel Müdürü'ne mektup göndermiş ve serginin/panelin iptalini istemişti. Fotoğraflara yumurta İki ayrı grup halinde yaklaşık 15-20 kişi, önce ""Türkiye Türktür, Türk kalacak", "Hainlere ölüm", "Ya sev ya terk et" sloganları attı. Bu arada "Neden Kıbrıs'taki fotoğrafları değil de, bu fotoğraflar asıyorsunuz", "Atatürk'ün evini yakanları savunmayın" dediler. Saldırganlar bildiri dağıttı; ardından fotoğrafları indirmeye başladı; fotoğraflara yumurta attı; bir kısmını da camdan aşağı attı. Aşağıda bekleyen yaklaşık 10 kişilik bir başka grup da; fotoğrafları çiğnedi. Görgü tanıkları, bianet'e, dışarıdaki grubun yoldan geçenlere, "İşte bunları gösteriyorlar; Kıbrıs'ta ölen yurttaşlarımızı göstermiyorlar" dediğini anlattı. Taner Kara lekenin sahiplenmesi anlaşılır değil Karşı Sanat yöneticisi ve serginin düzenleyicilerinden Özkan Taner,olaydan sonra yaptığı açıklamada, "Hoş bir şey değil. Belge niteliğinde bir sergi. Tahrik edici bir özelliği yok. Sergi, kronolojik fotoğraflardan oluşuyor. Saldırıyı anlayamıyoruz" dedi. "Son dönemdeki gerilimler başka şekilde açıklanabilir; ama tüm toplum tarafından kara leke olarak görülen 6-7 Eylül'ü bazı kesimlerin sahiplenmesi anlaşılır değil." Tahmaz Kendi geçmişimizle yüzleşmekten korkuyoruz Özgürlük ve Dayanışma Partisi Genel Başkan Yardımcısı Hakan Tahmaz da, saldırının ardından şunları söyledi "Son dönemde ciddi bir biçimde Türk milliyetçiliğinin kendini sokağa vurduğunu görüyoruz. Linç politikası ve tahammülsüzlük gelişti. Hükümet gelişen olaylar karşısında aktif bir tutum almaması düşündürücü. Bir an önce harekete geçmeli." Tahmaz, Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu'nun basına yansıyan sözlerini kast ederek, "Kendi geçmişimizle yüzleşmekten korkuyoruz. Özgür düşüncelere böyle ulaşılamaz. Özellikle bazı çevrelerden tehlikeli açıklamalar geliyor; cesaret verici tutumlar gelişiyor. Bunlar basında da yer alıyor. Bunlardan uzak durmak gerek" dedi. Silier Ayrımcılar ortak yaşam kültürünü yok etmeye çalışırlar Serginin düzenleyicilerinden Tarih Vakfı'nın Genel Başkanı Orhan Silier, serginin açılışı dolayısıyla yaptığı açıklamada şunları söyledi "6-7 Eylül fotoğraflarının ve belgelerinin, 50. yılında, üstelik saldırıların en azgın biçimde yaşandığı İstiklal Caddesi'ndeki bir galeride sergilenmesi, Türkiye'de kültür ve politika yaşamı bakımından büyük bir olgunluk işaretidir. Her tarihsel dönemde, her ülkede, bağnazlar, farklı etnik, dinsel, kültürel gruplara karşı ayrım gözetip saldırılara girişenler olmuştur. "Bu tür ayrımcılar, korku ve şiddeti, silahı, bir politika ve şu ya da bu toplumsal kimliği baskı altına alma ya da yok etme aracı olarak kullanmak isteyenler, yarın da olacaktır. Bunlar, birbirlerini gerekçe göstererek barışı, karşılıklı anlayışı, ortak yaşam kültürünü yok etmeye gerekçe yaratmaya çalışırlar. Ayrımcılığı, şiddeti kendine malzeme yapma peşindeki bazı politikacılarla bağnazlık odakları yalnızlaşıp etkisizleştikçe, toplumumuz huzur ve istikrar bulacaktır." Yıllar sonra açılan arşiv Sergi, olaylarla ilgili soruşturma ve mahkeme sürecinde Baş Hakim olarak görev alan ve sonradan Askeri Yargıtay Başsavcılığı yapan emekli Tümamiral Fahri Çoker'in, ölümünden sonra yayınlanmak koşuluyla Tarih Vakfı'na bağışladığı arşiv esas alınarak düzenlendi. Arşiv, yaklaşık 250 fotoğraf ile soruşturma ve mahkeme süreciyle ilgili belgelerden oluşuyor. Serginin hazırlanmasına Tarih Vakfı'nın yanı sıra İnsan Yerleşimleri Derneği ve Helsinki Yurttaşlar Derneği de katkıda bulundular. KÖ/TK 6-7 Eylül Sergisine Saldıranlar Serbest Karşı Sanat Galerisinde açılan 6-7 Eylül sergisine saldıran gruplardan gözaltına alınan 3 kişi savcılık tarafından serbest bırakıldı. CHPli Kepenek, saldırıyla ilgili soru önergesi verdi. Sergi, planlandığı gibi 26 Eylüle kadar açık kalacak. İstanbul - BİA Haber Merkezi07 Eylül 2005, Çarşamba 0000Karşı Sanat Galerisi'ndeki dün açılan "50. Yılında 6-7 Eylül Olayları" konulu sergiye saldıran gruptan gözaltına alınan 3 kişi, savcılık tarafından serbest bırakıldı. CHP Ankara Milletvekili Yakup Kepenek, sergiye yapılan saldırıyı Türkiye Büyük Millet Meclisi gündemine taşıyarak, sergiye saldıranlar hakkında ne gibi işlem yapıldığına dair soru önergesi verdi. Sergiyi düzenleyen ve destek veren Karşı Sanat Çalışmaları, Tarih Vakfı, İnsan Yerleşimleri Derneği ve Helsinki Yurttaşlar Derneği de, ortak açıklamalarında, "Açılışı sırasında meydana gelen ve fotoğrafların bir bölümünü hedef alan talihsiz saldırıya rağmen, sergi, gerekli güvenlik önlemleriyle, 26 Eylül'e kadar açık kalacak" dedi. Olayın ardından gözaltına alınan ve haklarında "mala zarar verme" gerekçesiyle işlem yapılan ve Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürlüğü'ndeki işlemlerin tamamlanmasının ardından Beyoğlu Adliyesi'ne sevk edildi. Bu kişiler savcılıktaki sorgularının ardından serbest bırakıldı. Kepenek Saldırıyı önlemek hükümetin birincil göreviydi CHP'li Yakup Kepenek, İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu'nun cevaplandırması istemiyle TBMM Başkanlığı'na sunduğu önergede, 6-7 Eylül 1955'te yaşanan olaylarla ilgili açılan "50. Yılında 6-7 Eylül" fotoğraf sergisinin ağır bir saldırıya uğradığını bildirerek, yasal hakların kullanımının saldırılara karşı korunmasının, demokratik bir hükümetin birinci görevi sayıldığını vurguladı. Saldırganlar hakkında ne gibi işlemler yapıldığını soran Kepenek, önergesinde şunları kaydetti "Saldırganların örgütsel bağları incelenerek saldırının önceden tasarlanıp tasarlanmadığı araştırılmakta mıdır? Vakfın yasal haklarını kullanarak ve toplumsal barışın güçlenmesi amacıyla açtığı serginin saldırıya karşı korunması için önceden önlem alınamaz mıydı? Ülkemizde sıkça rastlanan bu tür saldırıları önlemek için ne tür önlemler almayı düşünüyorsunuz?" Dün açılışının ardından sergiye saldıran iki ayrı grup Türk bayrakları açıp, "ya sev ya terk et" sloganları atmış, fotoğraflara yumurta atmış, bir kısmını da yerlerinden indirerek camdan aşağı atmıştı. Sergiye saldıranlar arasında, daha önce Boğaziçi Üniversitesi'ndeki Osmanlı Ermenileri Konferansı'na da saldıran "Türkiye Sivil Toplum Kuruluşları Birliği"nden TSTKB Ramazan Kırkık, ve İstanbul Ülkü Ocakları eski başkanlarından Levent Temiz yer almıştı. Saldırganlar daha sonra polisin müdahalesiyle bina dışına çıkartılmıştı. KÖ Ek 2 5 Eylül 2014 Ek 3 6 Eylül 2014 Misak Tunçboyacı'dan benzersiz bir söz, ses Eylül’ün Altısı Yedisi… Fotografın kaynağı Ek 4 8 Eylül 2014 Mardin sokaklarında 6 - 7 Eylül nasıl yaşandı? 6 - 7 Eylül'de İzmir'de ne mi oldu? Onu da Ege Ekspres'in 7 Eylül 1955 tarihli nüshasından okuyalım Ce?eN sayesinde Ya da 8 Eylül 1955 tarihli Demokrat İzmir gazetesi haber ve fotoğraflarından 6-7 Eylül 1955 olaylarının İzmir bilançosu Ayşe Hür'ün 7 Eylül 2008 tarihli makalesiAğustos 1928’de Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos, Başbakan İsmet Paşa’ya ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras Bey’e birer mektup yazarak Yunanistan’ın Türk toprakları üzerinde hak etmediğini ve demokratik Türkiye ile ilişkilerini geliştirmek istediğini belirtmişti. Bu mektupların sonucu Venizelos’un İstanbul ve Ankara’ya yaptığı iki parlak ziyaret oldu. İki ülke, 1923 tarihli mübadele anlaşmasının işlemeyen yanlarını 1930’da iki parti halinde Türk-Yunan Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaştırma ve Hakemlik Antlaşması’nı imzalayarak düzelttiler. 1931’de İsmet Paşa ve Tevfik Rüştü Bey Atina’yı ziyaret etti. Tevfik Rüştü Bey 1933’de sınır güvenliğini görüşmek üzere tekrar Atina’ya gitti. Yunanistan Başbakanı Tsaldaris ile Dışişleri Bakanı Maximos aynı yıl Ankara’ya geldiler. İki ülke arasındaki balayı, 12 Ocak 1934’te Venizelos’un Mustafa Kemal’i Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermesi ile BİTİYOR • 1934’te Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında Balkan Antantı, 1938’de yeni bir tarafsızlık’ anlaşması imzalandı. 1941’de Türkiye, Kurtuluş gemisi aracılığıyla savaş dolayısıyla Yunanistan’da hüküm süren korkunç açlığa merhem olmaya çalıştı. 1952’de Yunan Kral ve Kraliçesi Türkiye’yi ziyaret ettiğinde her şey yolunda görünüyordu. Ancak, 1954’te Balkan Paktı’nın yenilenmesinin ardından, Yunanistan’ın Kıbrıs sorununu BM’ye taşıması balayına son verdi. Bu haftaki konumuz bu gerilimin ilk acı meyvesi olan 6-7 Eylül 1955 pogrom’u. İtiraf etmeliyim ki, bu olayı yazıp yazmamayı uzun süre düşündüm. Çünkü bazılarının sandığı gibi, durmadan tarihimizin karanlık, yüz kızartıcı dönemlerini anlatmaktan zevk alıyor değilim. Aksine her seferinde keşke bunlar olmasaydı’, keşke zamanında konuşup halletseydik de yazmak zorunda kalmasaydık’ diyorum ve sağlıklı bir toplum olmak için geçmişle yüzleşmek gerektiği inancıyla, bazı okuyucuları üzmek veya kızdırmak pahasına yazmaya devam dönersek; Yunanistan’ın 1954’te Kıbrıs’a kendi kaderini tayin hakkı’nın tanınması için BM’ye yaptığı başvuru kabul edilmeyip de Grivas liderliğindeki EOKA Kıbrıs’ta İngilizler’e karşı terör eylemlerini başlattığında, İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ı Doğu Akdeniz’i etkileyen siyasal savunmaya ilişkin sorunları görüşmek üzere Londra’da toplanacak üçlü bir konferansa davet etmişti. Türkiye daveti hemen kabul ederken, Yunanistan biraz nazlanmıştı ama sonunda taraflar 29 Ağustos’ta Londra’da buluşmak için aylar önce, iktidardaki DP ile muhalefetteki CHP ve Osman Bölükbaşı’nın Cumhuriyetçi Millet Partisi’ne mensup milletvekilleri Rum aleyhtarlığını kışkırtacak önergelerini vermeye başlamışlardı. Siyasilerin en büyük yardımcısı iseTürkiye Milli Talebe Federasyonu TMTF ile Kıbrıs Türktür Cemiyeti KTC idi. KTC Başkanı, Hürriyet gazetesi yazarı ve avukat Hikmet Bil, 1952’de Adnan Menderes ve Fuad Köprülü’nün Atina ziyaretinde resmî heyete davet edilecek kadar iktidara yakın biriydi. Yönetim kurulu üyelerinden Kamil Önal ise Milli Emniyet Hizmetleri kısa adıyla MAH, Milli İstihbarat Teşkilatı/ MİT’in selefiydi üyesi bir başka gazeteciydi. Cemiyetin diğer önemli isimleri Dr. Hüsamettin Canöztürk, Orhan Birgit, Ahmet Emin Yalman, Dr. Ziya Somer, Nevzat Karagil ve Kamil Önal’dı. Devletin maddi yardımda bulunduğu bu örgütlerle hem DP teşkilatlarının hem de tekstil, şişe-cam, motorlu taşıtlar, deri-kundura, tütün-içki, gemi, su gibi çeşitli işkollarında faaliyet gösteren sendikaların ilginç ilişkileri KIŞKIRTICILIĞI • Başta İstanbul’da yayınlanan, Hürriyet, Yeni Sabah ile İzmir’de yayınlanan Gece Postası olmak üzere tüm gazetelerde, hemen her gün İstanbul Fener Rum Patrikhanesi ve Patrik Athenagoras aleyhine haberler boy gösteriyordu. Siyasetle ilgilenmesi yasaklanan ve ekümenikliği reddedilen Patrikhane, Fener, tüm Ortodoks dünyasını temsil eden ekümenik patriklik olduğu halde, sessiz kalarak Kıbrıslı Rumlar’ın lideri Makarios’u desteklemekle’ suçlanıyordu. Ayrıca, gazeteler, Patrikhane’nin topladığı bağışları gizlice Kıbrıs’a yolladığını iddia ediyorlardı. Yunanistan basını da boş durmuyordu elbette. Ethnikos Kiriks’in Atatürk hakkındaki ağır yazısı Türkiye’de büyük tepkiye neden olmuştu. 16 Ağustos’ta KTC Başkanı Hikmet Bil, Kıbrıslı Türkler’in lideri Dr. Fazıl Küçük’ün adadaki Yunanlılar’ın Türk azınlığa karşı katliam hazırlığı içinde olduğuna dair’ mektubunu tüm şubelerine göndererek, üyelerinden Londra ve Atina’nın korkacağı erkekçe bir ses’ çıkarmaya davet etti. 24 Ağustos’ta Adnan Menderes Liman Lokantası’ndaki yemekte Yunanistan ve Kıbrıs aleyhine gayet sert bir nutuk atarak çarşambanın gelişini’ müjdeledi. Ardından İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği, Yunan pasaportlu Rumlar’ın mallarının müsadere edilip, yurtdışına çıkarılmalarını talep ederken, gazetelerden Kıbrıslı Türkler’in zor durumda olduğunu okuyan vatandaşlar, Kıbrıs’a gitmek için TMTF’ye kitlesel başvurular yapmaya başladılar. İddialara göre İskenderun şubesine 23 bin, Adana şubesine 15 bin başvuru Eylül’de, Hikmet Bil’le bir akşam yemeği yiyen Menderes, Zorlu’nun Londra’dan gönderdiği telgraftan söz edecekti. Telgrafta Zorlu, görüşmelerde zor durumda kaldığını, müzakere koşullarının zor olduğunu, orada artık dizginlenemeyen’ bir Türk kamuoyundan söz etmeyi arzuladığını yazıyordu. Hikmet Bil seferberlik emrini almıştı. Aynı gün gazetelerde üç Rum casususun yakalandığı haberi çıktı. Bir grup genç Taksim’de gövde gösterisi yaparak, üzerinde Kıbrıs Türktür’ yazılı bir pankartı Patrikhane’ye bıraktı. Ayrıca Türk bayrağına dil uzattığı iddia edilen bir Rum genci dövüldü ve bazı Rum gazeteleri yakıldı. Artık iş barut fıçısını patlatacak kıvılcımı çakmaya EVİNE BOMBA • Bazı Rumların Türk komşuları tarafından yarım ağızla da olsa o gün pek dışarı çıkmamaları, çocuklarına ve karılarına göz kulak olmaları’ yolunda uyarıldıkları o meşum 6 Eylül 1955 günü, saat TRT, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bombalı saldırı yapıldığı haberini verdi. Öğleden sonra İstanbul Ekspres adlı 20-30 bin tirajlı bulvar gazetesi, haberi iki ayrı baskıyla kamuoyuna duyurdu. Sonradan öğrenilecekti ki, DP’yle ve MAH’la ilişkisi olan gazete sahibi Mithat Perin ve Yazı İşleri Müdürü Gökşin Sipahioğlu, Selanik’te bombanın patlayacağını önceden bildikleri için kâğıt stoku yapmışlar ve o gün tam 300 bin gazete sonra, İstiklal Caddesi’nde toplanan güruh, gayrimüslimlere ait işyerlerini taşlamaya başladı. Olaylar kısa sürede Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı gibi gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yayıldı, ardından Eminönü, Fatih, Eyüp, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutluk, Bebek, Kadıköy, Moda, Kuzguncuk, Çengelköy gibi uzak bölgelere sıçradı. Saldırganlar halkı tahrik etmek için “Makarios’a ölüm’, “Kıbrıs Türktür” diye haykırıyor, ellerindeki Atatürk ve Bayar resimlerini, KTC rozetlerini karşılaştıkları Türklerin ellerine tutuşturuyorlardı. Daha sonra pek çok tanık, 20-30 kişilik mangaların başında KTC’den öğrencilerin olduğunu, hemen her semtte yağmacıların kullandığı sopaların aynı tornadan çıkmışçasına eşit büyüklükte ve kalınlıkta olduğunu, Rumlara ait ev ve iş yerlerinin önceden tespit edildiğini, hatta kimi yerlerde bu ev ve işyerlerinin bir gece önce tebeşirle ya da soba boyası ile işaretlendiğini, polislerin ise saldırganları izlemekle yetindiğini anlatacaklardı. Sonradan, emniyetten karakollara yangın ve hırsızlık dışındaki olaylara karışmaması talimatı verildiği ortaya çıkacaktı. Bazı Türkler, komşularını kurtarmak için çaba göstermişler, bazıları sadece tanıdıklarını korurken, tanımadıkları gayrimüslimlere saldırmaktan geri TARİH • Şimdi de olayları yaşayanları dinleyelim “Bir Rum arkadaşımın dükkânının önünde elimde bir Türk bayrağı ile nöbet tutuyordum. Ellerinde bir listeyle geldiler. Onlara bu dükkânın bir Türk’e ait olduğunu söyledim. 0 bunun imkânsız olduğunu, çünkü ismin listede olduğunu belirti. Ben de 0 zaman listede bir hata olmuştur’ dedim. Ellerindeki listelerde tüm cadde isimleri ve ev numaralan vardı. Kendi aralarında sürekli birbirlerine talimat veriyorlardı. Bu ev bir Rum’un, şu Ermeni’nin, bu dükkânı yağmalayın, şu eve girin’ vs.” Aktaran Dilek Güven, 6-7 Eylül Olayları, s. 14-15“Yüksekkaldırım’da bir Yahudi, o kargaşada kendi levhasını bir Türk dükkânının tabelasıyla değiştirdi. Yahudi’nin dükkânına hiçbir şey olmadı ama Türk’ünki yağmalanmıştı. Sonra komşusuna dedi ki Ne yapalım, senin insanların bunu yaptılar.’ Ama garip hatalar da oluyordu. Benim bir profesör arkadaşım vardı. Muayenehanesinin üzerinde Doçent Dr. diye bir levha yazılmıştı. Doçent kelimesini gayrimüslim bir isim zannedip muayenehanesini tahrip etmişler.” s. 16“Tünel’de Cevat Bey’e ait bir kumaş dükkânı vardı. Adam Türktü, ama onun da işyerini yağmalamaya başladılar. Adam hemen pantolonunu aşağı indirdi ve sünnetli olduğunu gösterdi. O da bu şekilde adamların durdurmaya çalıştı. s. 17“Bizim evimiz, Beyoğlu’ndaki Kalyoncu Sokaktaydı. Şiddet olaylar patlak verdiğinde, kapıcı Mehmet, anneme Korkmayın Madam, bizim evde saklanabilirsiniz’ dedi. Eline bir Türk bayrağı aldı, dış kapıyı kilitledi ve binanın önünde durdu. İlk saldırganlar geldiğinde, onlara burada Rum oturmadığını söyledi ve adamlar gerçekten de evimizi yağmalamadan gittiler. 2. kattaki Madam Katina’yı, 3. kattaki Maria’yı ve 4. kattaki Anton’u korumuş olan Mehmet, binadan çıktı, Türk bayrağını bıraktı, eline bir odun parçası aldı ve caddenin karşısındaki gayrimüslimlere ait dükkân ve evlere saldırmaya başladı. Ben onu evimizin penceresinden izleyebiliyordum.” s. 25“Yayamın evindeyken orada gördüklerime inanamadım. Kapılar ve pencereler artık yoktu. Buzdolapları, dolaplar, aynalar parçalanmış ve evinin önüne yığılmıştı. Yataklar, yorganlar kesilmiş, yünler her tarafa dağıtılmıştı. Elbiseler, ayakkabılar, örtüler, halılar lime lime edilmiş, yığınlar halinde tabak çanak binlerce parçaya bölünmüştü. Somya parçalanmış, avizeler, vitrinler, masalar, sandalyeler ve koltuklar baltayla kesilmişti. Yerde odun, kömür ve gaz, tuz ve şeker, yağ ve yumurtalardan bir birikinti oluşmuştu. Soba da tahrip edilmiş, bazı valizlerin içindekiler dahi makasla kesilerek kullanılamaz hale getirilmişti.” s. 19-20MİLLİ İSYAN • Bunlar yaşanırken, Ankara’dan İstanbul Valiliğini arayan Devlet Bakanı Mükerrem Sarol’la İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay arasında şu konuşma geçmişti “-Vali Beyefendi’ dedim, ciddiyetini anlasın diye, İstanbul yakılıp yıkılırken nasıl gönlünüz razı oluyor da orada polislerin size sağladığı emniyet içinde oturuyorsunuz’ dedim. Ayıp değil mi’ dedim. Bu büyük bir felaket. Milli bir felaket.’ Yanımda Dahiliye Vekili var, O’nu veriyorum’ dedi. Telefonu Namık’a verdi. Namık dedi ki, Öyle milli felaket filan değil’ Bu milli bir isyan. Gençliğin milli kıyamı.’ Namık’ dedim, Bunu senden duyduğuma çok üzüldüm. Bu gerçekten milli bir felaket. İstanbul’da devlet yok, emniyet yok, can güvenliği yok. Beyoğlu’nda mağazaları yağma ediyorlar ve sen buna Milli gençlik kıyamı” diyorsun.’” Birand, Dündar, Çaplı, s. 125-126.Benzer olaylar İzmir’de de yaşandı. Saldırganlar, Yunan Konsolosluğu’nu ateşe vermişler, Yunanlı altı NATO subayının evlerini yağmalamış, İngiliz Kültür Enstitüsü’ne saldırılmış, limanda demirli bulunan iki İngiliz gemisinin mürettebatına mazota bulanıp tutuşturulmuş taşlar veya kumaşa sarılmış teneke kutularla saldırmışlardı. İzmir Valisi Kemal Hadımlı ise, olayları göstericilerin omuzlarında ÇAPINDA SKANDAL • Olaylar sırasında, İstanbul’da Uluslararası Karşılaştırmalı Hukuk Bilimleri Kongresi, Bizans Tarihçileri Kongresi, Uluslararası Üniversite Dernekleri Kongresi ve Uluslararası Kriminologlar ve Polisler Kongresi’nin olduğunu unutmak bu olayı tezgâhlayanların işlediği en büyük hata olmalıdır. Çünkü, o sırada hükümet ciddi ekonomik sorunlarını çözmek için Dünya Bankası’na ve uluslar arası para piyasalarına bel bağlamış durumdaydı. Ama evdeki hesap çarşıya uymamış, hem Londra’daki konferansta, hem de dünyada rezil olan hükümet, 6 Eylül’de İstanbul, Ankara ve İzmir’de örfi idare’ ilan ederek olayları durdurmaya çalışmıştı. Ancak rejim tarafından azınlıklara karşı nefret ve kıskançlık duygusu ile yetiştirilen ve yağmanın tadını alan kitleleri durdurmak kolay olmayacaktı. Nitekim saldırılar İstanbul’da 7 Eylül’de aynı hızla devam ederken, İskenderun, İzmir, Çanakkale’de küçük çaplı saldırılar yayınlanan Vradini gazetesinin 9 Eylül 1955 tarihli nüshasındaki şu ifadeler içimizi acıtabilir “Zaman geçer fakat insanlar değişmez. Büyük Kemal; köylü vatandaşlarını medeni insanlar haline sokmak istedi. Fakat bunda muvaffak olamadı. Onlar yine barbar olarak kalmıştır. Kilise yakmak, ev yağma etmek onların milli endüstrisi olarak kalmıştır.” Aktaran 10 Eylül tarihli Demokrat İzmir Gazetesi“Galiba dozu kaçırdık Namık...”Olayların bilançosu kısa sürede ortaya çıkar. Türk basınına göre 11 kişi ölmüştür ancak sadece üç kişinin adları verilmiştir. Bazı Yunan kaynaklarına göre 15 ölü vardır ancak, daha sonra öldüğü iddia edilen bazı kişilerin Yunanistan’da yaşadığı anlaşılmıştır. Yaralı sayısı resmî rakamlara göre 30, gayri resmî rakamlara göre 300’dür. Sadece Balıklı Hastanesi’nde 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi görmüştür. Tecavüze uğrayanların 200’ü aştığı sanılır. 200 bin kişilik güruhun katıldığı tahmin edilen bu harekâtta, ölüm olaylarının az olması ve saldırganların en ufak bir direnişte geri çekilerek başka hedeflere yönelmesi, hükümetin bir katliam planlamadığını, amacın başta Rumlar olmak üzere gayrimüslimleri ekonomik olarak güçten düşürmek, sonra da korkutarak ülkeden kaçırtmak olduğunu düşündürür. Nitekim, Celal Bayar İstiklal Caddesi’ndeki hasarı görünce, etrafındakilerin duyacağı bir sesle İçişleri Bakanı Namık Gedik’e “Galiba dozu kaçırdık” sırasında, resmî rakamlara göre aşkın, gayri resmî rakamlara göre 7 bine yakın bina saldırıya uğrar. En büyük tahribat nüfusun yüzde 15’inden fazlasını Rumların oluşturduğu Beyoğlu’nda yaşanır. Bunu Eminönü, Fatih, Şişli, Beşiktaş, Sarıyer, Kadıköy, Adalar, Üsküdar, Bakırköy izler. ABD Başkonsolosluğu’na göre saldırıya uğrayan işyerlerinin yüzde 59’u Rumlara, yüzde 17’si Ermenilere, yüzde 12’si Musevilere, yüzde 10’u Müslümanlara; evlerin yüzde 80’i Rumlara, yüzde 9’u Ermenilere, yüzde 5’i Müslümanlara, yüzde 3’ü Musevilere aittir. Ayrıca İsveç Büyükelçiliği binası ile Fransız, İtalyan, Avusturya ve Almanlara ait işyerleri ile Ermeni ve İngiliz mezarlıkları da saldırılardan nasibini almıştır. Hasarın mali portresi konusundaki en düşük tahmin o günün değerleriyle 150 milyon lira, en yüksek tahmin 1 milyar Eylül’de hükümet yaşananlardan üzüntü duyduğunu ve özür dilediğini belirten bir açıklama ile zararların tazmin edileceği sözünü verir. 9 Eylül’de Maliye Bakanlığı mağdurlara vergi kolaylığı, ucuz inşaat malzemesine erişim olanağı, cam ithalatı, banka borcu olanlara geri ödeme ve banka kredisi alma kolaylığı sağlanacağını açıklar. 10 Eylül’de Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın himayesinde Kızılay Başkanı Rıza Çerçel, Borsa ve Sanayi ve Ticaret Odaları Başkanı Üzeyir Avunduk, Yapı Kredi Bankası Yönetim Kurulu Başkanı Kazım Taşkent ve Sanayi Odası Başkanı İbrahim Esi’den oluşan bir komite kurulur. 9 Ekim 1955’e kadar komiteye bağış yapan 94 gerçek ve tüzel kişiden 42’sinin Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı kuruluşlar ya da Rum, Ermeni ve Yahudilere ait firmalar olması, devletin bizzat örgütlediği bu yağmanın faturasının en az yarısını mağdurlara yüklemeyi başardığını gösterir. Sonuçta mağdurlara ödenen tazminat, bağışlanan 9 milyon lira ile, hükümetin tahsis ettiği 60 milyon liradan ibaret kalır. Zararların küçük bir miktarı da olsa tazmin edilmesi memnuniyet vericidir ancak devlet bugüne dek resmen özür yargı süreciHükümetin üzüntü beyanından sonraki ilk tepkisi yağmanın sorumluluğunu komünistlere yıkmak olmuştu. 7 Eylül 1955’te aralarında 45 tescilli’ komünist adliyeye getirildi, bunlardan 19’u tutuklandı. Tutuklananlar arasında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Nihat Sargın, Müeyyet ve Can Boratav, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo, İlhan Berktay, Aslan Kaynardağ gibi ünlü isimler vardı. Aralık ayına gelindiğinde, hükümet bu saçma suçlamadan vazgeçmek ve tutukluları salıvermek zorunda ilgili olarak Beyazıt, Beyoğlu ve Kadıköy’de oluşturulan örfi idare mahkemelerinde sanık, Ankara’da 171, İzmir’de 424 kişi yargılandı. CHP lideri İnönü’nün hükümete sert eleştiriler yapması üzerine, sanıkların ezici çoğunluğu peyderpey salıverildi. Mahkeme, TMFT’nin, KTC’nin, MAH’ın ve elbette adı gündeme bile getirilmeyen Özel Harp Dairesi’nin üzerine gitmedi veya gidemedi. Daha sonra, KTC yöneticisi Kamil Önal’ın adamlarının polisin mühürlemiş olduğu KTC binasına girerek MAH’a ait evrakları imha ettikleri anlaşılacaktı. Karar, 1956 yılının Aralık ayı sonunda açıklandı. Sadece 228 kişi suçlu bulunmuştu. Bunların arasında gerçek failler yoktu, geri kalanların da cezaları çok Mayıs 1960’daki askerî darbe sonrasında dosya yeniden açıldı. Bunda, Fuat Köprülü’nün Olayların olacağını hükümet önceden biliyordu. Bir tertip vardı’ sözlerinin etkisi olduğu söylendi. Olayların tertipçisi olduğu iddiasıyla yargılanan 11 sanıktan sadece Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu 6’şar yıl, İzmir Valisi Kemal Hadımlı ise 4,5 yıl hapse mahkûm edildiler. Böylece devlet adlı dokunulmaz varlık, tüm suçu siyasetçilerin üstüne yıkarak kendini yine temize çıkardı. Rumlarla eksik kalan hesap ise, yine utanç verici biçimde 1964’te KİM TERTİPLEMİŞTİ? • Yargılamalar sırasında, Selanik’teki Türk konsolosluğunun bahçesinde bulunan Atatürk’ün doğduğu eve atılan bombanın diplomatik çanta içinde Selanik Başkonsolos Yardımcısı Mehmet Ali Tekinalp tarafından Türkiye’den getirildiği ve Türk Başkonsolosluğu’nun bekçisi Hasan Uçar tarafından bahçeye atıldığı söylendi. Uçar’ı azmettiren kişi Selanik Hukuk Fakültesi ikinci sınıf öğrencisi olan ve MAH elemanı olduğu iddia edilen Oktay Engin’di. Konsolos yardımcısı dokunulmazlık zırhıyla kurtulmuş, Oktay Engin’e üç yıl altı ay, Hasan Uçar’a ise iki yıl hapis cezası verilmişti. Dokuz ay Selanik cezaevindeki hücrede yatan Oktay Engin, tahliye edildikten sonra Gümilcine Konsolosluğumuz tarafından Türkiye’ye getirilmiş ve Başbakan Menderes ile İstanbul Valisi Gökay’ın tavassutu ile Selanik’te yarıda bıraktığı hukuk eğitimini İstanbul’da tamamlamıştı. Uzun yıllar Emniyet teşkilatında önemli görevlerde çalışan ve Nevşehir’e önce kaymakam, sonra da vali olarak atanan Engin hakkındaki suçlamaları hep reddetmişti. Engin’in açıklamaları için Faruk Mercan, “Bombacı da MİT elemanı da değilim”, Aksiyon, 13 Temmuz 20041994 yılında, Yunanistan’da yayınlanan Yeditepe gazetesinin sahibi Mihail Vasiliadis, İstanbul Ekspres’te yayınlanan fotoğrafların konsolosunun eşi tarafından 3 Eylül Cumartesi günü, yani bombanın patlamasından üç gün önce, Selanik’te fotoğrafçılık yapmakta olan Bay Kiryakidis’e teslim edildiğini iddia etti. Vasiliadis’e göre, konsolosun eşi, fotoğrafçıdan acele etmesini, çünkü ertesi gün İstanbul’a döneceğini söylemiş, 4 Eylül’de de İstanbul’a gelmişti. Yani bombalama fotoğrafları tamamen kurmaca idi. Aktaran Demirer, s. 438-439.ÖZEL HARP DAİRESİ • Ama en ilginci, orgeneral rütbesinden emekli olmuş, tuğgenerallik rütbesinde Özel Harp Dairesi ÖHD başkanlığı yapmış, bu konuda eserleri olan, Genelkurmay İstihbarat başkanlığı ve Milli güvenli kurulunda üst düzey görevlerde bulunmuş Sabri Yirmibeşoğlu’nun gazeteci Fatih Güllapoğlu’na söyledikleriydi“Bak ben sana bir örnek daha vereyim. 1974’teki Kıbrıs Harekâtı. Eğer olmasaydı, o harekât, yani iki harekât da o kadar başarılı olabilir miydi? ... Adaya, bankacı, gazeteci, memur görüntüsü altında Özel Harp Dairesi elemanları gönderildi ve bu arkadaşlarımız, adadaki sivil direnişi örgütlediler, halkı bilinçlendirdiler. Silahları 10 tonluk küçük teknelerle adaya soktular. Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al...-Pardon Paşam anlamadım, 6-7 Eylül olayları mı?-Tabii. 6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?-E, evet Paşam!...” “Türk Gladio’su İçin Bazı İpuçları,”Tempo Dergisi, S. 24, 9-15 Haziran 1991Evet, paşamız haklıydı. Özel Harp Dairesi memleketin eğitimli gençlerini, namuslu işçilerini vahşi yağmacılara dönüştürmeyi, yüzlerce yıldır birlikte yaşadığımız gayrimüslim vatandaşlarımızı ülkeden kaçırmayı, Kıbrıs sorununu kangren haline getirmeyi, Türkiye’yi dünyaya rezil etmeyi muhteşem biçimde başarmıştı!

6 7 eylül olayları izmir